Serdar102 tarafından yazılan gönderiler

Lütfen Resim Paylaşımlarınızı Galeri Üzerinden Yapınız. Ek Dosya Yükleme İptal Edilmiştir..

Bizimle Paylaşmak İstediğiniz Resimlerinizi Galeri Dışında Link Olarak Vermek Yasaktır. Galeriye Nasıl Resim Yükleneceğini Bilmiyorsanız Lütfen Konumuzu İnceleyin Buradan Açtığımız Konuyu Ziyaret Edebilirsiniz.

    Nusret Ertürk'ün Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanan kısa yazılarından oluşturduğu Aklın Atları kitabına adını veren yazı.

    AKLIN ATLARI

    Melih Cevdet Anday, ' Rahatı Kaçan Ağaç ' adlı şiirini, Ankara'da yazmıştı. Etlik bağlarına yakın o ağaç mutludur, rahattır. Ama ağacın bir büyük eksiği var; ' Kötülemiyor karanlığı '. Ozan, şiirinde diyor ki; ' Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak için ' Ozan, ağacın bile karanlığa karşı sessiz kalışını içine sindiremiyor.

    Bir de günümüze bakalım. Katmerleşmiş karanlığı kötülemeye yüreği yetmeyen bir sürü insan göreceksiniz...Onlara, kitap değil kitaplık verilse yeridir.

    Mahmut Makal, Ömer Nida, Kemal Çukurkavaklı aynı masadayız. Ankara Sanatseverler Derneği. 18.1.1992 günü akşamı. Şair, mizahçı, denemeci, Cumhuriyet yazarı Ömer Nida İstanbul'dan gelmiş. Çukurkavaklı onunla söyleşi yapacak. Makal, hoşbeşten sonra soruyor:

    " Sayın Ömer Nida, yayınlanan kaç kitabınız var? "

    Ömer Nida, her zamanki alçakgönüllü durumuyla yanıtlıyor:

    " Dört beş tane kadar..."

    Makal, engin birikimiyle, özgür düşüncesiyle espriyi patlattı:

    " Eskiden bir kitapla peygamber olunuyordu. Sen beş kitapla ne oldun? "

    Ömer Nida, okurunu kanatlandıran kitaplarıyla hep aramızdadır.

    Köydeki Keklikler ( 1976 ), ilk öykü yapıtımdır. Başaran'ın, Makal'ın yapıtlarıyla Yeni Büyük Dağıtım yayınevince 4500 adet basılmıştı. Tümü, altı ayda okuyucusuna ulaşmıştı. Geçende, internette yapıtın adına bir bakayım dedim. Bursa İnegöl'den 1959 doğumlu Serdar Yıldırım'ın 10 ekim 2010 tarihli yazısında yapıtımın izini buldum. Yıldırım, 1982'de İstanbul'da Büyük Dağıtım'a uğrar. Tanıdık ortak, dört kitap seçer, Yıldırım'a verir: Linç ( roman ) Kerim Korcan, Başlayan Kavga ( roman ) Hasan Kıyafet, Radar ( öykü ) Hasan Kıyafet , Köydeki Keklikler ( öykü ) Nusret Ertürk...

    ' Bak Serdar, bu kitapların sana ve başkalarına çok yararı olacaktır. ' sözü de eklenir. Serdar, Linç'i dokuz, diğerlerini dörder kez okudum. ' diyor. Yıllarla birlikte öyküler yazmaya başlar.

    ' Kitap okudum, hayatım değişti. '

    Kitap dostu Serdar Beyle henüz görüşemedim. Onu, gönülden kutluyorum.

    Yazarın, bunları duyması, dünyanın en büyük mutluluğudur.

    Bir beyefendi, gezdiği zengin kitaplıktan hoşlanmış. Kitapları tek tek incelemeye başlamış. Ortalara gelince aniden durmuş. Karl Marks'ın yapıtlarına rastlamıştır. Dişlerini sıkmış, bağırmış, 'Kitapsıız! Okusaydı, yaşamı kesin değişecekti. Kitaba, sanata kızanlara ilk yardım diye, birer kitap vermeli...

    Örneğin damat adayının mal varlığı sorulur; evi, arabası, katı, yatı... Merak edilecek başka konular olmalı öncelikle. Adaya sormalı: ' Elinizdeki kitabın adını söyleyiniz. ' ' Son ay içinde hangi oyunu izlediniz? ' 'Ezbere, iki şiir okur musunuz? ' ' Sevdiğiniz bir şarkıyı seslendiriniz. ' ' Sizi etkileyen iki bilim insanının buluşlarını anlatınız. ' ' Üyesi olduğunuz iki sivil toplum örgütünün adını veriniz. '

    İnsan, ancak aklın atları ile insan olur.

    Aklın Atları - Nusret Ertürk - Payda Yayıncılık - Ankara 2013

    --------------------------------------

    Ben yukarıdaki kitap tanıtımında adı geçen Serdar Yıldırım. Nusret Ertürk Bey, sonunda benimle görüşme imkanı buldu. Dört defa telefonla konuştuk. Pek çok defa mesajlaştık. İnanılmaz güzel ve iyi niyetli bir insan. Nusret Bey, Aklın Atları kitabını posta yoluyla bana gönderdi. Kitabını imzalamış ve şu mesajı yazmış: Kitap dostu, sanat dostu, vefalı kardeşim sevgili Serdar Bey'e, AKLIN ATLARI ile iyi yolculuklar diliyorum. 26.08.2013

    Ayrıca daha sonra yazmış olduğu kitaplardan

    Masalımsı Öykülerden oluşan YULAR ve GÜNEŞLER KARARMASIN adındaki kitaplarını bana postayla gönderdi. Sağlıklı ve mutlu kalın. 05.11.2013

    KANATLI KARINCA

    Zamanımızda en çalışkan ve en tutumlu yaratıklar olarak bilinen karıncalar bundan on binlerce yıl önce yine çok çalışkandılar fakat tutumlu oldukları söylenemezdi. Çalışkanlık karıncaların yaratılışlarında vardı. Onlar yaratılırken çalışkan olarak yaratılmışlardı. Tutumlu olmak ise bambaşka bir şeydi. Tutumlu olarak yaratılınmaz, bu özellik sonradan öğrenilirdi. Sadece çalışkan olmayı o kadar büyütmemek gerekirdi. Ne kadar çalışkan olunursa olunsun, tutumlu olmak bilinmedikçe başarı tam olarak gerçekleşmezdi. Çalışkan olmakla tutumluluk ikisi bir arada bulunursa eğer başarı tamam olurdu.

    Önceleri karıncalar günlük güneşlik yaz günlerinde hiç durmaksızın, yorulmak nedir bilmeksizin çalışırlar, çevreden buldukları yiyecekleri yuvalarına bırakırlar, tekrar yiyecek aramaya çıkarlardı. Hava kararmaya başladığında bütün karıncalar yuvalarında toplanır, gündüz topladıkları yiyecekleri yerlerdi. Ertesi sabah hangi karınca yuvasına bakarsan bak dünden kalmış bir buğday tanesi bulamazdın. Çalışıp kazandılar, kazandıklarını istedikleri gibi yerler içerler, isterlerse gider dereye dökerler, bu, onların en doğal hakları…denir denmesine de, durum öyle sanıldığı kadar basit değil. Biraz ileriyi düşünüp soğuk ve karlı kış günlerini aklımıza getiriversek…Kış günlerinin ne kadar çetin geçtiği bilinen bir gerçek. Bu doğal engelin mutlaka aşılması ve yaz günlerine ulaşılması lazım. Eğer yazın, kışı düşünerek, yuvaya getirdiğin üç buğday tanesinin birini kenara koyabilirsen, o doğal engelin önünde saygıyla eğildiğini ve üzerinden aşıp yaza ulaşabilmeni kolaylaştırdığını görürsün. Yoksa bugün gelen bugün gider yarını yarın düşünürüm dersen, doğal engeli aşarsın aşmasına da, bu, çok zor olur, pek çok zor olur.

    Kanatlı karınca uçarken, bir su birikintisine düşüp çırpınmakta olan bir karınca gördü. Hemen aşağı süzülüp karıncayı tuttu ve onu kucağına alarak kıyıya çıkardı. Bu karınca yakınlardaki bir karınca yuvasının beyiydi. Karınca beyi kanatlı karıncayı yuvasına davet etti ve akşamki ziyafeti onuruna düzenleyeceğini söyledi. Ziyafette, karınca beyi kanatlı karıncayı diğer karıncalarla tanıştırarak, ona bir can borcu olduğunu ve kendisine gösterilen saygının ona da gösterilmesini istedi. Daha sonraki günlerde karınca beyinin ricalarını kırmayan kanatlı karınca bir süre daha onlarla birlikte olmak zorunda kalacaktı.

    Kanatlı karınca geçen günlerle birlikte yuvaya yiyecek taşıma işine girmeye başladı. Uzaklardan bulup getirdiği yiyecekleri yuvaya bırakıyor, tekrar yiyecek aramaya çıkıyordu. Normalde bir karıncanın getirdiği yiyeceklerin dört beş katını tek başına getiriyordu. Karıncalar bu durumu görüyorlar ve memnun oluyorlardı. Bir günde toplanan yiyeceklerin ertesi güne kalmaması kanatlı karıncanın dikkatini çekmeye başladı. Bu neden böyle oluyordu? Neden ertesi güne yiyecek kalmıyordu? Yaz günleri sona erecek, kış gelecekti. Yuvadaki yüzlerce karınca kış günlerinde ne yiyecekti? Kışın on karınca yiyecek aramaya çıksa, acaba kaçı geri dönebilirdi? Dönemeyenlere yazık değil miydi? Dönenler yiyecek bulmuş olsalar bile o kadarcık yiyecek kaç karıncaya yeterdi?.. Sonuç: Açlıktan kırılırdı bunlar. Kanatlı karınca bu durumu karınca beyi ve bazı karıncalara sormak ihtiyacını hissetti. Fakat onlar kanatlı karıncanın sorduğu soruları anlamsız birtakım basmakalıp cümlelerle geçiştirdiler.

    Bir akşam yemeği öncesinde karıncalar yuvadaki salonda toplanmışlardı. Kanatlı karınca söz alarak, kış mevsiminin yaklaştığını, bundan sonra yuvaya getirilen yiyeceklerin küçük bir kısmının kara gün dostu diye saklanmasını, eğer böyle yapılmaz da şimdiki düzen aynen devam ederse yaz günlerine pek az karıncanın ulaşabileceğini yana yakıla anlatmaya başladı. Biraz sonra salondan “ yeter “, “ kes artık “, “ susturun şunu “ diye bağıran sesler duyulmaya başladı. Giderek çoğalan uğultu, kanatlı karıncanın söylediklerinin duyulmasını engelliyordu. Bu sırada karınca beyi ayağa kalktı ve salondaki uğultu bir anda kesildi. Gözyaşları içinde bir şeyler söylemeye çalışan kanatlı karıncaya karınca beyinin tepkisi çok sert oldu. Ona ağır sözler söyledikten sonra zindana atılmasını emretti. Karıncalar, kanatlı karıncayı yakaladılar ve sürükleyerek salondan dışarı çıkardılar. Sonraki günlerde karınca yuvası eski, sakin yaşamına geri döndü. Karıncaların gündüz getirdikleri yiyeceklerden ertesi güne kalan olmuyordu.

    Aradan birkaç ay geçmişti ki, karakış, olanca ağırlığıyla karınca yuvasının üzerine abanmaya başladı. Günlerdir yağan kar bir türlü durmak bilmiyor, bu soğuk havada bırak dışarı çıkıp yiyecek aramayı, yuvanın kapısını aralayıp kafasını dışarı çıkaran karıncanın kafası donuyordu. Dışarıda hava soğuktu da içeride sıcak mıydı sanki? Karınca beyi odaları geziyor, buradaki karıncalara, biraz daha sabretmelerini, kar yağışının er geç dineceğini, o zaman yiyecek aramaya çıkılacağını ve sıkıntıların bir anda biteceğini anlatıyordu. Hele kar bir dinsindi.

    Kar yağar yağar bir gün gelir artık yağmaz olurdu yani dinerdi. Karın dinmesiyle birlikte elli karıncadan oluşan bir grup yiyecek aramaya çıktı ve bu elli karıncadan bir tanesi bile geri dönmedi. İçerideki kayıplar çok daha fazlaydı. Kışa girerken yuvada bulunan bin civarındaki karıncanın yarısı ölmüştü. Besbelli açlıktan kırılıyordu bunlar. Hava biraz ılışır umuduyla iki gün daha bekledi karınca beyi ve üçüncü gün yanına kırk karıncayı alarak yiyecek aramaya çıktı. Kar yağmıyordu fakat hava buz gibi soğuktu. Demek ki, iki gündür boşuna beklemişti yuvada aç bilaç. Havanın da ılışacağı yoktu. Gece yarısına kadar karınca beyi ve kırk karıncadan bir haber çıkmayınca karıncalar salonda ayaküstü bir toplantı yaptılar. Oldukça kısa süren toplantı sonunda şu karara varıldı: Kanatlı karınca hemen serbest bırakılacaktı.

    Ertesi gün kanatlı karınca, karınca beyi ve diğer karıncaları bir ağacın kovuğunda, birbirlerine iyice sokulmuşlar, titreşip dururlarken buldu. Onları ikişer ikişer yuvaya taşıyan kanatlı karınca daha sonraki günlerde hiç gocunmayacak ve yuvaya yiyecek taşıma işine bıraktığı yerden devam edecekti. Kış süresince kanatlı karınca salonda pek çok defa konuşma yaptı. Onlara bundan sonraki hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve çalışmalarını ne şekilde düzenleyebileceklerini uzun uzadıya anlattı. Sonunda, karakış bitti, yaz geldi ve kanatlı karınca tümüne elveda diyerek uçup gitti.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    Hikayelerle Karakter Eğitimi - Moralite Yayınları S: 364-367 Yıl: 2011

    SAZ ÇALAN KAZIM

    Köyün birinde köylünün birinin kaz sürüsü vardı. Zaten adamda kaz çobanıydı ve adı Kazım’dı. Koyun güder gibi kaz güdüyordu. Kaz çobanı önüne katmış kazları giderken durup türkü söylemeye başlayınca kazlar etrafına toplanıyor ve onu dinliyorlardı. Böyle sazsız, cazsız, müziksiz türkü söylemek Kazım’ı mutsuz ediyordu. Kazım bir gün arkadaşlarından izin alarak köyden ayrıldı ve şehre saz almaya gitti.

    Kazım şehirde aradı, taradı ve sonunda saz satan bir dükkan buldu. Saz dükkanın önündeki sandalyenin üstüne konmuştu. Kazım sazı aldı, sandalyeye oturdu ve çalıp söylemeye başladı. Kazım buydu işte, sazsız Kazım, Kazım’sız saz olmazdı. Kazım sazın tellerine vurdukça bir sürü insan dükkanın önünde toplandı. Yola oturan mı ararsın, ağlayan mı ararsın, ayılan-bayılan mı ararsın hepsi vardı. Dükkan sahibi kapının önünde dikilmiş kalmış, olanları hayret dolu bakışlarla izliyordu. Daha sonra durumdan faydalanmayı düşündü ve bakkaldan bir kutu kesme şeker alıp dinleyenlere dağıtmaya başladı. Bedavaya değil canım hediyesi 1 lira. Yeni biri gelip kenara çömelirse dükkan sahibi onun yanında bitiyor ve şeker kutusunu burnuna dayıyordu: “ Dinlerken ağzın tatlansın bey abi, ücreti 1 lira, kulak kirası. “ Akşam olduğunda bir aylık kazancını bir günde doğrultan dükkan sahibinin ağzı kulaklarına kadar açılıyordu.

    Kazım sazı dükkana bırakıp ilerideki bir bahçede yarı uykulu, yarı uyanık geceyi geçirdi. Sabah erkenden dükkanın önüne geldi, dükkan kapalıydı ama yarım saat sonra açıldı. Kazım sazı aldı ve kapı önündeki sandalyeye oturup saz çalmaya, türkü söylemeye başladı. Sesi duyan, sazı duyan geliyordu. İstek türkü, şarkı olursa Kazım onları da çalıp söylüyordu. Kazım gelişinin beşinci gününün akşamı dükkan sahibine köye arkadaşlarının yanına döneceğini, giderken sazı başarı ödülü olarak vermesini istedi.

    Buna dükkan sahibi karşı çıktı: “ Olmaz, ödül falan yok. Sana bu sazı satarım ama parayla. 1.000 lira. O da senin için, tanıdık diye. “

    Kazım: “ Ne, 1.000 lira mı? Sen araba mı satıyorsun arkadaş? Beş gün önce sazın üstündeki etikette 100 lira yazıyordu. “

    Dükkan sahibi: “ O beş gün önceydi. Zam yaptım. Saz 1.000 lira. Alırsan. “

    Kazım: “ Tüh sana. Her gün bin kişi dinlese tanesi 1 liradan beş günde 5.000 lira kazandın. Bana beş para vermedin. Bari sazı ver. “

    Dükkan sahibi: “ Olmaz Kazım, saz 1.000 lira. Sazı verirsem zarar ederim. “

    Kazım adama baktı, baktı ne dese az gelecek, bir şey söylemedi ve hızlı adımlarla yürüdü, gitti.

    Ertesi gün öğle vakitleri Kazım dükkanın önünden geçiyordu. Baktı adam içeride kafayı önüne eğmiş, gazete okuyor. Dükkanın önündeki sandalyede duran sazı kaptığı gibi kaçmaya başladı. Adam anında ayağa fırlayıp dükkanın önüne çıktı ve avazı çıktığı kadar: “ Kazım sazı çaldı kaçıyor, Kazım sazı çaldı. “

    Olaydan haberi olup yoldan geçmekte olan biri: “ Evet, dün Kazım’ı dinledim. Pek güzel saz çalıyor canım bu Kazım. “

    Bir başkası: “ Pardon ve de bravo, beş gün işe gitmedim, onun saz çalmasını, türkü söylemesini dinledim. Bu kadar olur. “

    Dükkan sahibi: “ Benim sazı çaldı diyorum size. Çaldı kaçıyor. “

    Az önceki adam: “ Hep biliyorduk. Daha dün sazı çalıyor ama saz benim diyordun. Saz senin o çaldı, herkes farkında. Çalmasını istiyordun ya o da çalıyordu. Saz çalan Kazım işte bu. “

    Kazım köye döndü. Artık beş gün sabahtan akşama konser vererek, alın teri dökerek elde ettiği saz yanındaydı. O, doğuştan yetenekliydi. Çok iyi saz çalıyordu, şurup gibi akıyordu gönüllere, çok iyi türkü söylüyordu, can veriyordu ömürlere.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    BABA KOÇ İLE KIZIL KURT

    Baba koç sürüden ayrılıp dere kenarına gitmiş. Bakmış ki, bir yavru kurt su içiyor. Hemen bir ağacın arkasına saklanmış. Yavru kurt su içtikten sonra baba koç ortaya çıkmış. Baba koçun sivri boynuzlarını gören yavru kurt kaçmaya başlamış. Baba koç ilerideki kayaların arasında yavru kurdu sıkıştırmış. Çaresiz kalan yavru kurt şöyle demiş: “ Ama baba koç, ben sana ne yaptım ki? Neden beni öldürmek istiyorsun? Suçum neyse söyle de bileyim? “

    Baba koç: “ Senin suçun kurt yavrusu olman. Belki şimdilik koyun sürülerine saldıramıyorsun ama kısa bir süre sonra can almaya başlarsın. Kurt milletini bilirim ben, acımasızca saldırırlar sürülere. Yıllardır ne koçlar, ne koyunlar, ne kuzular parçalandı gözlerimin önünde. Şimdiye kadar hep bizden gitti, bir de sizden gitsin. Öleceksin yavru kurt “ demiş.

    Baba koçun üstüne doğru geldiğini gören yavru kurt: “ Senin yanlışın var baba koç. Kimseye zararım dokunmadı benim “ demiş.

    Bunun üzerine baba koç bağırmış: “ Dokunmadı ama dokunacak. Sen de sürülere saldırıp can alacaksın. “

    Yavru kurt: “ Baba koç, sen kendinle çelişki içindesin. Hem can alanlara düşmansın, hem de can almak istiyorsun. Fikirlerin birbirini tutmuyor. Sorarım sana beni öldürürsen katil olmayacak mısın? O zaman sana ne derler: Katil baba koç. Haydi, şimdi gücün yeterse gel öldür beni “ demiş. Yavru kurt, hoplayıp-zıplarken baba koçun şaşkınlığından faydalanıp kaçmış.

    Baba koç tekrar sürüye dönmüş. Onu gören Çoban Osman kaval çalmayı bırakıp: “ Ne haber, baba koç? Hiç sağına, soluna bakmıyorsun? Bir selam vermek de mi yok? “ diye sormuş. “ Sen benim kusuruma bakma Osman Efendi. Öyle dalmış gidiyordum işte. “

    “ Boş ver şimdi dalgıçlığı baba koç. Gel otur şöyle yamacıma. Söyle bakalım, nerelere gider, nerelerden gelirsin? “

    “ Ha şu mesele. Biraz susamıştım da, dere kenarına gitmiştim. “

    “ Eee, sonra? “

    “ Sonrası gittim, döndüm işte. “

    “ Onu biliyoruz gittin, döndün ama canını sıkan her neyse oralarda bir şeyler olmuş. Gözün dünyayı görmüyor. Haydi, anlat be baba koç, ne olur, bak yalvarıyorum sana. Anlatıver gitsin, sen sıkıntıdan kurtul, ben de meraktan. “

    “ Aslında bir şey olmadı gibi, ama oldu gibi de. “

    “ Yaşa be baba koç, kulaklarımı dört açtım seni dinliyorum. “

    Baba koç olanları anlatmış. Yavru kurdu elinden kaçırdığı için üzüntüsünün sonsuz olduğunu söylemiş. Çoban Osman ise, üzülmemesini, olanları birkaç gün sonra unutacağını söyleyip, baba koçu teselli etmiş.

    Aradan iki yıl geçmiş. Bu sürede kurtların koyun sürülerine saldırıları aralıksız devam etmiş. Önceleri küçük gruplar halinde gelen kurtlar son bir yıldır sayıları yüzü bulan tek bir grup halinde gelerek ölüm saçmaya başlamış. Bu kurtların başkanı kızıl kurdun adını anmak yüreklerde korku uyandırmaya yetiyormuş. Kızıl kurt, çevredeki son koyun sürüsüne saldırı için, kurtlarına emir vermiş: “ Söylediğim gibi, sadece baba koç sağ kalacak, diğer koyunlar, çoban köpekleri ve çoban parça parça edilecek. Haydi kurtlarım, hücum..”

    Kurtlar tarafından sarıldıklarını gören Çoban Osman’ın içi cız etmiş: “ Olacağı buydu, sonunda kızıl kurt bizi de buldu. Ama mecburduk be, günlerdir ağılda kapalıydı koyunlar. Yeter ki, kızıl kurttan uzak duralım, aç kalalım da canımız var olsun diyorlardı, diyorlardı da, nereye kadar? Bir koyun kaç gün açlığa dayanır? Sonunda birkaç saatliğine çıktık meraya ve yakalandık. Belki milyonda bir kurtuluş şansımız var ama bakarsın o milyonda bir şans bize güler. Daha her şey bitmedi. “

    Bu düşünceler birkaç saniyede Çoban Osman’ın aklından geçmiş ve elinde tuttuğu tüfeğini kaldırıp tetiğe basmış. Bir kurt cansız yere düşerken, sesten irkilen çoban köpekleri ve koyunlar savunma durumuna geçmişler. Meradaki tek ağacın üstünde bulunan Çoban Osman bir yandan tüfeğini ateşlerken, diğer yandan da sürüye komut vermeye başlamış. Ağacın dibinde kuzular, kuzuların çevresinde koyunlar, koyunların çevresinde koçlar, koçların çevresinde on tane çoban köpeği birer daire çizmiş. Çoban köpekleri, dört bir yandan dalgalar halinde gelen kurtların üstüne kahramanca atılmış. Korkunç bir savaş başlamış. Bu sırada aradan sıyrılan kurtlar koçlarla burun buruna gelmiş. Koyunlar melemiş, kuzular meleşmiş. Çoban köpeklerinin ölmesi kurtları galeyana getirmiş. Kurtlar, çığlıklar atarak sürüye dalmış. Koçlar, koyunlar, kuzular birer birer parçalanmış ve koca sürüden yalnızca baba koç kalmış. Çevresi kurtlar tarafından sarılan baba koç, gözlerinin kararmasına, başının dönmesine karşın, güçlükle ayakta duruyor ama bazen dizlerinin üstüne düşerek kurtların alaylarına hedef oluyormuş. Az sonra kızıl kurt ağır adımlarla karşıki tepeden aşağı inerken, baba koç: “ Korktuğum başıma geldi. Kızıl kurt yavru kurtmuş “ demiş içinden.

    Kızıl kurt iki yıl önceki yavru kurt olduğunu söylemiş ve şöyle demiş: “ Baba koç, eğer beni yenersen kurtlarım sana dokunmayacaklar ve dağlara dönecekler. Benim dişlerim varsa senin de boynuzların var. Yaşamın sana bağlı, kolla kendini. “ Yorgun baba koç, ağzından köpükler saçarak gelen kızıl kurdun ilk ataklarını güçlükle karşılamış. Geçen zaman baba koçun yararınaymış ve sivri boynuzlarını kızıl kurdun karnına takan baba koç, onu kaldırdığı gibi yere vurmuş. Kızıl kurdun cansız yere serildiğini gören kurtlar çekip gitmişler. Daha sonra pek çok kurt avlayan fakat kurşunlarının bitmesi üzerine çaresiz kalan Çoban Osman ağaçtan inmiş ve perişan durumdaki baba koçu sırtına alarak birlikte köye dönmüşler.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ANNE GÜVERCİN

    Güzel bir yaz günüydü. Batur elinde sapan evlerinin yakınındaki ağaçlıkta kuş avına çıkmıştı. Gözleri radar gibi dikkatle çevreyi tarıyordu. Birden arkasında bir ses duydu: ’Vurma kuşları.’ Döndü, baktı. Seslenen yabancı değildi. Mahalle arkadaşı Sarper’di: “ Ne istersin şu küçük yaratıklardan bilmem ki? Ne zararı var onların sana? Bırak ötsünler, uçsunlar, kanat çırpsınlar. “

    Batur: “ Sarper yine mi sen? Bu kaçıncı? İşime karışma demedim mi ben sana? Bak kuşları ürküttün, kaçıp gittiler. Kuş vurmak yasak mı yani? “

    Sarper: “ Yasak tabii. Şu sıralar kuş yavrularının büyüme zamanı. "

    Batur: “ Amma yaptın ha.. Yasakmış.. Yasaksa yasak. Kim bilecek benim kuş vurduğumu? Çevrede bir yığın kuş var. Bir kuş vursam kuş kıtlığına kıran girmez ya, kuş nesli tükenmez ya. Bana bak Sarper, sen iyi bir arkadaşsın, fakat şu kuş işine karışma “ dedi ve ses çıkarmamaya dikkat ederek ilerlemeye başladı. Yirmi metre kadar gittikten sonra bir ağacın altında durdu. Sapanını yukarıya kaldırdı. Nişan aldıktan sonra sapanındaki taşı fırlattı. Taş hedefini bulmuştu. Kuş yere düşerken havalanan bir başka kuşun kanat sesleri duyuldu. Batur yere düşen kuşu aldı.

    Arkadaşının sözlerine aldırış etmemesine içerleyen Sarper: “ Ne desem, ne söylesem boşuna. Başkalarının senden daha iyi düşünebileceğini kabul etmezsin zaten. Vurduğun bir yabani güvercin yavrusu. Yirmi gram et ya çıkar, ya çıkmaz. Düşünmediğin bir şey var. Bu yere düşerken kanat sesleri duymuştuk. Herhalde anne güvercindi uçan. Yabani güvercinler bildiğim kadarıyla kin tutarlar. Yavrusunu vurmakla hiç iyi yapmadın “ dedikten sonra geriye dönerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

    Anne güvercin bir taraftan yavrusunu vuran çocuğu seyrederken, bir taraftan da düşünüyordu: “ Aslında elinde sapanla bir çocuğun bize doğru yaklaştığını görmesek, duymasak bile hissederiz. Biz kuşlar, ağaç dalları üzerinde otururken dalar gideriz. Geçmişi düşünürüz. Hatıralar gözlerimiz önünde canlanır. Doğrularımız, yanlışlarımız aklımıza gelir. Çoğu zaman da hayaller kurarız. Bunlar genellikle tadını damağımızda hissedeceğimiz hayallerdir. Yani gerçek olmasını istediğimiz. İşte bu gibi durumlarda bir sapanın veya bir tüfeğin bize doğru nişanlandığını görmemiz yahut yaklaşan birinin hışırtısını, ayak seslerini duymamız mümkün değildir. Biricik yavruma uçmayı öğretiyordum. Yavrum çok yorulmuştu. Bir ağacın dalına konduk, dinleniyorduk. Etraftaki ağaçlar kuş doluydu ve sanırım çoğu benim gibi hayallere dalmıştı. Küt diye bir ses duydum ve yavrumun feryadı ile kendime geldim. Baktım yavrum vurulmuş düşüyordu. Kanatlarımı çırptım ve uçtum. Havada geniş bir daire çizdikten sonra olayın olduğu yere döndüm. Çevrede kuş yoktu, kaçıp gitmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu kuşlardan öğrenirim. Neyse bırakayım şimdi bunları düşünmeyi. Yavrumu vuran çocuk kalktı, gidiyor. Gözden kaybetmeden takip edeyim şunu. Evinin nerede olduğunu öğrenirim hiç olmazsa. “

    Batur yolda gördüğü bir arkadaşıyla konuştuktan sonra oturdukları apartmanın kapısından içeriye girdi. Oturdukları daire 4. kattaydı. Anne güvercin karşı sokaktaki bir apartmanın çatısında saatlerce bekledi. Akşam olunca odaların, salonların ışıkları yanmaya başladı. Yavrusunu vuran çocuğun girdiği binanın oda ve salonlarını kontrol etmeye başladı. Örtülmeyen veya aralık bırakılan perdelerin arkasından içeri bakıyordu. 4. kattaki balkonun korkuluk demirlerinin üzerine kondu. Şöyle bir etrafına bakındı, bir tehlike var mı diye. Sonra başını pencere tarafına doğru çevirdi. Perdesi kapatılmamış pencereden içerisi rahatlıkla görünüyordu. Onu gördü…tam karşıda oturmuş, yanındaki birkaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. El-kol hareketleri yapıyor, kahkahalarla gülüyor, etrafındakileri güldürüyordu. Onun son derece neşeli hali içini sızlattı. Bu sahneyi daha fazla görmeye dayanamadı, kanatlarını çırptı ve simsiyah gökyüzüne doğru uçup gitti. Daha sonraki günlerde Batur evlerinin yakınındaki ağaçlıkta sık sık kuş avına çıktı. Fakat hayret!..Her zaman pek çok kuşun bulunduğu bu ağaçlıkta bir tek kuşa rastlayamıyordu.

    Batur, bir gün elinde sapanıyla buraya geldi. Çevreden çıt çıkmıyordu, etrafta hiç kuş yoktu. Yavru güvercini vurduğu ağacın altına gelmişti ki, aniden kanat sesleri duydu. Şaşırmıştı. Üzerine doğru dalışa geçen kuşu son anda fark etti. Elleriyle yüzünü kapatması onu yaralanmaktan kurtardı. Kuş çığlıklar atarak ikinci defa saldırıya geçti. Bu saldırı birincisinden daha şiddetli oldu. Kuşun kanat vuruşları tokat gibi yüzüne gelen Batur, sırtüstü yere yuvarlanırken eliyle kuşa sert bir darbe indirdi. Kuşun ilerideki çalıların arasına düştüğünü gören Batur, arkasına bakmadan kaçıp gitti. Batur o gece hiç uyuyamadı. Yatağında devamlı olarak bir o yana, bir bu yana döndü, durdu. Sabaha karşı o kuşun kim olduğunu ve kendisine neden saldırdığını anlamıştı. O kuş, birkaç gün önce vurduğu yavru güvercinin annesiydi. Demek ki, anne güvercin yavrusunu vuranı unutmamış, devamlı olarak takip etmişti. Kuş vurmak için ağaçlığa gelirken orada bulunan kuşların kaçıp gitmesini sağlamıştı. Bu birkaç gündür ağaçlıkta kuş görememesinin nedenini ortaya çıkarıyordu. Korkunç bir takip altındaydı. Kuş vurmaya devam ederse anne güvercinin felaketine neden olacağını anladı. Zararın neresinden dönülürse kardı. Bir daha kuş avına çıkmazsam anne güvercin belki peşimi bırakır diye düşündü. Zaten sapanını anne güvercin ile boğuşurken düşürmüştü. Bundan sonra kuş vurmayacağına söz verdi.

    Anne güvercin ise, Batur ile yaptığı mücadeleden sonra yerde bulduğu sapanı gagasının arasına kıstırıp uçup gitmiş, uzaklara, çok uzaklara, kimsenin onu bulup bir daha kuş vurmasına imkân bulamayacağı kadar uzaklara giderek oralarda bulduğu bir çukura sapanı atmış ve üzerine toprak, yaprak ne bulduysa doldurarak gömmüştü. Anne güvercin sonraki günlerde ağaçlığın kenarında nöbet tutmaya devam etti. Birisi buraya gelmeye kalksa ağaçlar üzerinde dinlenen, uyuklayan veya hayal kurmakta olan kuşları uyaracak ve bu ağaçlıkta kimsenin kuş vurmasına izin vermeyecekti.

    Böylece aradan haftalar geçti. Sonbaharın gelmesiyle havalar soğumaya başladı. Bütün göçmen kuşlar gibi anne güvercin de grubuyla birlikte kışı geçirmek için sıcak ülkelere göç etti. Ertesi yıl nisan ayında anne güvercin grubuyla birlikte bu ağaçlığa geldi. Günler sakin ve olaysız geçiyordu. Anne güvercin fırsattan istifade ederek üç tane yumurta yumurtladı. Bu yumurtaların üzerinde günlerce kuluçkaya yattı. Sonunda yumurtalar çatladı ve üç tane yavru sahibi oldu. Yaz mevsimi boyunca yavrularını büyüttü, onlara uçmayı öğretti. Hayatta kendilerine yönelecek tehlikelere karşı uyanık durumda bulunmayı öğütledi. Batur verdiği sözü tuttu. Bir daha onu kuş vururken gören olmadı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    800 VE 1500 METRE TÜRKİYE ŞAMPİYONUYDU

    Yıl 1975. Galip 800 ve 1500 metrede gençler dalında Türkiye Şampiyonu olmuş ve milli formayı sırtına geçirmişti. Girdiği her yarışta birinci oluyordu. Galip büyükler dalında da birinciliklerini sürdürdü. Artık milli takımın değişmez koşucusuydu. Bu güzel insan, Avrupa Şampiyonu olmayı çok istiyordu. Türk Bayrağı'nı gönderde dalgalandırmak en büyük hayaliydi. Birkaç kez askerliğini erteletmişti.

    23 yaşında askere gitti. Askerden geldikten sonra da başarılarını sürdürdü. Birinci olana kupa, madalya veriyorlardı ama para veren yoktu. Zengin işadamları aslansın, kaplansın diyorlardı ama iş veren yoktu, aş veren yoktu. Fabrikanda işçi statüsüne alsan ve O'na bir asgari ücret maaş bağlasan ne kaybederdin? Formasına fabrikanın reklam yazısını koyabilirdin. Bunun için bir ücret ödeyebilirdin. Koşmak karın doyurmayınca şampiyon Galip sınav kazanıp memur oldu.

    Aradan yıllar geçti. Yıl 1991. Ben 32 yaşındayım, Galip ile aynı yaştaydık. Bursa Atatürk Stadyumu'nda koşuyordum. Baktım Galip gelmiş, koşucular etrafını sarmışlar. Ben de yanlarına gittim, tokalaştık. Memur oldum, dört yıldır ilk kez buraya geliyorum, dedi. En az yirmi kişi vardı. Aralarında ilkokula, ortaokula giden arkadaşlar da bulunuyordu. Galip önde, öbür arkadaşlar iki yanında ve arkasında yavaş bir tempoyla koştuk. Üç tur sonra Galip, bu kadar yeter, dedi, yoruldum. Nefes nefeseydi. İçim acıdı, üzüldüm, kahroldum. O fırtına adam, 1200 metrede bitmişti.

    Sen yüksek tempoyla iki saatte on tane 1500 çeken bir koşucuydun Galip. Bu tempoyla iki karışlık koşuda yorulmazdın. Bitti ama göz göre göre bitirdiler. Böylesine yetenekli ve çalışma azmiyle dolu sporcular ender çıkıyor. İlgisizliğin, vurdum duymazlığın nice genç atletleri pistlerden uzaklaştırdığını gördüm. Belki bu hikayeyi okuyanlardan yönetici veya firma sahibi olanlar vardır ve onlar amatör sporculara olanak sağlarlar.

    Yazan: Serdar Yıldırım

    MİLLİ BOKSÖR MUSTAFA GENÇ İLE İLGİLİ BİR HİKAYE

    1975-1978 Yılları arasında futbol oynamamın yanı sıra geceleri Bursa Atatürk Stadyumu'nun yanındaki Spor Sarayı'na gider, ağırlık çalışırdım. Spor Sarayı'nın giriş kapısındaki bekçi birkaç taneydi. Bir gün biri, diğer gün başka biri beklerdi. Genelde ağırlık çalışanlara yalnız geldiyse halter salonunun anahtarı verilmez, bekle, bir arkadaşın daha gelsin, denirdi. Hava kararırken geldiğim için, çoğu zaman Spor Sarayı'nın kapısında beklerdim.

    İşte böyle zamanlardan birinde, Avrupa'da isim yapmış, Balkan şampiyonu ve defalarca Türkiye şampiyonu olmuş, boksör Mustafa Genç kapıya geldi. Spor Sarayında halter salonunun yanı sıra boks salonu, basketbol sahası, judo ve güreş salonu gibi bölümler mevcuttu. Mustafa Genç gelir gelmez, kapıda bekleyen sporcular etrafını sarıp, onunla konuşmaya başladılar.

    Mustafa Genç, bütün bir gün fabrikada asgari ücretle çalışarak yorulmuş, sol elinde çantası, sağ elinde simit vardı ve ayaküstü akşam yemeğini yiyordu. Akşam yemeği bir kuru simit? Hani bunun gazozu, ayranı. Ailesini geçindiriyor ve ancak bu kadarına aldığı ücret yetiyor. Avrupa Şampiyonası'nda rakipleri Fransız, İngiliz, Romen, İtalyan boksörler günde 8 saat boks antrenmanı yapıyor. Maaşları üst düzeyde, evleri, arabaları var. Gelecek korkuları yok, yemekler köfteler, dolmalar bolca, düzenli vitamin alıyorlar. Mustafa Genç, bu yaşam farkına karşın, yine de rakipleriyle başa baş maçlar yapıyor ve çoğu zaman galip geliyorsa inanılmazı gerçekleştiriyor demektir. Son olarak Mustafa Genç oradakilere şunları söyledi: Ben de rakiplerimle aynı hayat standardına sahip olsam, simit yerine yemek yesem, dünyada beni kimse yenemez.

    Çevrenizde amatör sporcular vardır. Koşucu, boksör, güreşçi, bisikletçi, futbolcu, halterci. Onlara yardım edelim. Bir kutu süt, bir kavanoz bal hediye edelim. Bunu yapamıyorsanız fikir bakımından destek olun. Spor hayatında başarılar dilerim deyin. Bakın onlar buna ne çok sevinecekler. Belki sonradan Türkiye'yi yurt dışında temsil eder ve Türk Bayrağı'nı gönderde dalgalandırırlar.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    AVCI GEORGE ( HUNTER GEORGE )

    Yıl 1915. İngilizler, Çanakkale'ye ingiliz donanmasını getirdi. Yetmedi. Fransız donanmasından yardım istedi. Fransız gemileri, Çanakkale'ye geldi. İngiliz gemileriyle birlik olup Türk tabyalarını dakikada insan büyüklüğünde 60 mermi atan toplarıyla dövmeye başladı. Türk siperleri giderek boşaldı. Savaşan askerler azaldı. Siperler, gerilere çekildi. Sonradan Mustafa Kemal geldi. Özgürlük ve bağımsızlık savaşçısı Mustafa Kemal. Türk topçularına ateş emrini verdi. Ateş, ateş, ateş dedi. Öncesinde alman komutanlar vardı ve Türk topçularına ateş etmeyin, bekleyin diyordu.

    İngilizler baktı, Çanakkale geçilmez. Bunun için bir engel var: Mustafa Kemal. Londra'da başbakan Winston Churchill bakanlarıyla bir toplantı yaptı ve sonuç: Avcı George, Çanakkale'ye yönlendirilecekti. O, uçan kuşu vururdu değil ki, Mustafa Kemal'i vurmasın. Avcı George, Hindistan'dan yeni gelmişti. Bana bir hedef gösterin ikinci kurşuna gerek kalmaz, diyordu. Avcı George gece yarısından sonra Çanakkale'ye geldi. Yanılma payının sıfır olduğu ve hedefin kesinlikle imha edileceği sözünü verdikten sonra karanlığa doğru adım attı. Ben bir dünya yaratırım ve yarattığım o dünyanın ilk hayranı ben olurum, diyordu. Dağlar, tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Çimen ve ot yedi. Aradan günler, haftalar geçti. Artık ingilizler bile onun nerede olduğunu bilmiyordu.

    Günlerden bir gün ingiliz ve fransız savaş gemileri Türk siperlerini yoğun bombardıman ateşine tabi tutmuştu. Mustafa Kemal bombalardan korkmuyor, sağa sola emirler yağdırıyordu. Mustafa Kemal olmasaydı Çanakkale destanı yazılamazdı.

    Bir gün avcı George'den telsiz mesajı geldi: Bombardımanı kesin. Tepeye çıkmış ve olanca ağırlığıyla Türk siperlerini göz hapsine almıştı. Mustafa Kemal namlunun ucundaydı ve tetiği bir kez çekmesi sonun başlangıcıydı. Avcı George tetiğe bastı, bir kez daha bastı. Mustafa Kemal çok hareketliydi, atışlar boşa gitmişti. Yazıklar olsun diyerek tüfeğini yere attı. Hedef büyüktü ve vuramadığı için, kendine lanet etti. Bombalar, evet, bombalar. Belindeki kemere bağlı duran iki bomba. Doğumu İstanbul'du. 15 yaşında ailesiyle birlikte Londra'ya göç etmişti. Bir Türk kadar Türkçe'yi iyi konuşuyordu. Londra'da üniversitede okurken tüfek atışlarına merak sarmış ve kısa zamanda ingiltere şampiyonu olmuştu. Bel kayışında takılı iki bombayı ellerine aldı. Tepeden ağır adımlarla aşağı, Türk siperlerine doğru yürümeye başladı. Türk siperlerindeki asker ve subaylar, iki elinde birer bomba olan ve Türkçe konuşan askere bir anlam verememişti.

    Avcı George sonunda Mustafa Kemal'in karşısına çıktı. Sol elindeki bombayı cebine koydu. Sağ elindeki bombanın pimini çekti ve attı ama bomba patlamadı. Birkaç asker, tüfeğini George'ye doğrulttu. Ellerini kaldır, diye bağırdı. Tüfekler üstüne çevrilince Avcı George şaşırdı. Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Bir yerlerde bir şeyler bunu kolluyor, diye düşündü. İkinci bombayı atsam nafile, o bomba da patlamayacak, diye düşündü. Geriye doğru on adım attı ve ikinci bombanın pimini çekti. Bomba korkunç bir gürültüyle patladı. Artık ortada ne avcı vardı ne George vardı.

    SON

    DEVRİM ATEŞİ VE ATATÜRKÇÜLÜK

    Dünya Halkları' nın kardeşliği için,

    Çalışan devrimciler,

    İnsanlığın geleceğine ışık tutan,

    Kültür yolunu aydınlatan,

    Baskıdan, zorbalıktan uzak,

    İnsan yaşantısına karışılmaz,

    Bilinci üstüne kurulan,

    Atatürkçü fikir ve düşünce sistemi.

    * * * *

    Bir arkadaşımla akşamdan başlayan,

    Sabaha kadar süren konuşmalarda,

    İlk zamanlar beni sessizce dinleyen,

    Ayakkabı tamircisi arkadaşımın,

    Gecenin bir vakti aniden beliriveren

    Çakmak çakmak bakışları:

    Yediğime, içtiğime kimse karışamaz.

    Bu konuda teklif bile sunulamaz,

    Dediğini unutamadım.

    * * * *

    Kırtasiye dükkanımın yanına

    Tamirci dükkanı açtığında,

    Hayatın akışına kapılıp,

    Savrulup gitme durumu vardı.

    Zamanla gerçekleri öğrendi, bilinçlendi.

    Araştırdı, anlattıklarımın doğruluğuna inandı.

    Atatürk, en büyük devrimcidir, dedi.

    Devrimciliğin önde gelen savunucusu oldu.

    Sonraki konuşmalarda bir ben söyledim, bir o anlattı.

    Anlattıklarıyla kültür yolunu aydınlattı.

    * * * *

    Aradan 5 yıl geçti.

    Arkadaş, o dükkandan taşındı.

    Ben anılardan rahatsız oldum.

    Ayları gün diye hesap ettim.

    Ben de dükkanımdan taşındım.

    * * * *

    Sonradan görüşmemiz devam etti.

    Genelde ben arkadaşı yeni dükkanında rahatsız ettim.

    Akşamdan sabaha konuşmamız devam etti.

    Engelleri yıktık, kötüleri cezalandırdık.

    * * * *

    1994-95-96 yıllarında İstanbul'a gittim.

    Yayınevleri beni pas geçti.

    İngiliz, fransız olsan,

    Hikayelerini kitap olarak basardık.

    Türk'sün, yazdıklarını çöpe at dediler.

    * * * *

    3-Eylül-1997 yılında Ayla ile evlendim.

    38 yaşındaydım, internet böylesine yaygın değildi.

    1999 yılında oğlum Serkan dünyaya geldi.

    Birkaç ay sonra tamirci evime geldi.

    Araba almış, yanında 4 işçi çalıştırıyormuş.

    Bankada param var, iki katlı villa aldım, dedi.

    Nasıl böyle zengin oldun, dedim.

    Hep senin anlattıkların,

    Soruları cevapladım, olayı çözdüm, dedi.

    * * * *

    Ben soruların cevabını bulamadım.

    Babam öğretmendi, zor geçiniyordu.

    Ben şimdi zar-zor geçiniyorum.

    Ben devrimciyim ve Atatürkçü kalmak istiyorum.

    * * * *

    Neden bunları yazıyorum?

    Önemli olan, insanlığın geleceği.

    Hiçbir canlı isteyerek dünyaya gelmez.

    Milliyetini, dinini seçme şansı yoktur.

    Bütün dinler, taraftarına cennet vaat eder.

    Her din kendi dininin en üstün olduğunu öne sürer.

    * * * *

    Şu son 3 yıldır sadece Atatürk Şiirleri yazıyorum.

    Kıyısından, köşesinden olaya girmek zorundayım.

    Bazı konularda yapılan hataları onarmak zorundayım.

    İnsanlığın geleceği üstüne yapılan kurgunun ayarını yapmak zorundayım.

    Bu fikirleri yüzlerce, binlerce insana ulaştırmak zorundayım.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    --------------------------------------------------------------------

    DÜNYADAN BİR MUSTAFA KEMAL GEÇTİ

    Toprakları işgal edilmiş bir vatan

    Bağrına hançer dayamış olan düşmana çatan

    Özgürlük yolunda inanılmaz adımlar atan

    Düşmanın yüz tanesini bir kurşuna satan.

    * * * *

    Başka milletlere boyun eğmeyi reddeden

    Bunun için, sessiz kalmayan, isyan eden

    Sekiz yıl boyunca cepheden cepheye giden

    Anadolu'nun boşluğunda düşmanı mahveden.

    * * * *

    Ey Kurtuluş Savaşı'nın yenilmez armadası

    Ey dünyanın gelmiş geçmiş en büyük komutanı

    Ey Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı

    Tarih senden yana, bunu fazlasıyla hak ediyorsun.

    * * * *

    Dünyadan bir Mustafa Kemal geldi, geçti

    Bu dünyada yaşamayı herkesten çok hak ediyordu

    Mümkün olsa yaşamımdan on yılımı uğruna feda ederdim

    İnanın Anadolu şu anda bambaşka bir kimliğe bürünürdü.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ATATÜRK'ÜN GÖLGESİ YETER

    İngiliz gemileri Çanakkale'de

    Dakikada 60 mermi atan pek çok toplarıyla

    Türk tabyalarını yoğun bombardıman ateşine tuttu

    Türk topçular hazırdı

    Ateş emrini bekliyordu

    Alman komutanlar,

    Türk topçusuna bekleyin, diyordu

    İngilizler, bombaları bitince gider, diyordu.

    Çanakkale'de Türk askeri giderek azalıyordu

    Tabyalar gerilere, daha gerilere çekildi.

    * * * *

    Sonra Çanakkale'ye Mustafa Kemal geldi

    Türk topçusuna ateş emrini verdi

    İngiliz gemileri, Marmara'ya giremedi

    Boğazın karanlık sularına gömüldü.

    * * * *

    Sonra kara savaşları başladı

    Mustafa Kemal önderliğinde

    Türk Ordusu, Çanakkale geçilmez, dedi

    Çanakkale geçilemedi.

    * * * *

    Aradan 105 yıl geçti

    Olanlar unutulmadı

    Teknoloji ilerledi

    İngiliz gemileri

    Dakikada 120 mermi atar hale geldi

    Atatürk'ün gölgesi yeter

    Marmara'ya giremezler.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ---------------------------------------------

    ATATÜRK ÇAĞI

    İlk Çağ, Orta Çağ

    Yeni Çağ, Yakın Çağ

    Yakın Çağ 1789

    Fransız Devrimi'yle başladı

    Sonrasında

    Atom Çağı, Uzay Çağı dediler

    Mayasız sütten yoğurt olmadı

    Aradan 211 yıl geçti

    2000 yılına girildi

    Atatürk Çağı başladı.

    * * * *

    Atatürk Çağı dünyaya barış getirdi

    Atatürk Çağı dünyaya kardeşlik getirdi

    Bir milletin başka bir millete baskısını sildi

    Her milletin kendi bayrağı altında toplanmasını sağladı.

    * * * *

    Bu durum 2020 yılında sağlandı mı?

    Hayır, sağlanmadı

    Sağlanması zaman alır mı?

    Evet, alır

    Dünyada yaşayan insanlara

    İyiliksever fikirleri kabul ettirmek

    Zordur, çok zordur.

    * * * *

    Ey dünyalı, Atatürk Çağı başladı

    Bunun farkında olmalısın

    Atatürk Çağı'nı kabul edenlerin

    En başında sen olmalısın.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    -----------------------------------------------

    BİR MUSTAFA KEMAL YARATMAK

    Gerçeğinin tıpatıp benzeri

    Beyni akıl dolu, oldukça zeki

    Yaşadığı çağın çok ilerisinde

    Dünya durdukça ışığıyla

    Evreni aydınlatacak

    Bir Mustafa Kemal yaratmak.

    * * * *

    Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyan

    Biz bu sınırlar içinde özgür ve

    Bağımsız yaşamak istiyoruz diyen

    Kurtuluş Savaşı'nı başlatan

    Onca yokluğun arasında kaybolmayan

    Türkiye Cumhuriyeti'ni yoktan var eden

    Savaş meydanlarının yenilmez armadası

    Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük komutanı olan

    Bir Mustafa Kemal yaratmak.

    * * * *

    Bir kurtarıcı olarak Çanakkale'ye gelmek

    İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden ziyade

    Bir buçuk yıl acımasız doğa koşullarıyla ve

    Karla, kışla mücadele etmek

    Tabancasından çıkan tek bir kurşunun izini sürmek

    Düşman gemilerini Çanakkale'nin

    Karanlık sularına gömmeden

    Yağmur ve kar bulutlarını

    Paramparça eden

    Bir Mustafa Kemal yaratmak.

    * * * *

    Kağıt önümde, kalem elimde

    Yeni bir şey yok dünümde, bugünümde

    Aydınlık yarınlar vardır geleceğimde

    Adım Serdar Yıldırım der, coşar, çağlarım.

    SON

    --------------------------------------------------------------

    ATATÜRK İLE İLGİLİ BİR ŞİİR YAZMAK

    Kağıt önümde, kalem elimdedir

    Bir büyük enerji benim beynimdedir

    Kalem kağıdın üstünde kanatlanıp uçtukça

    Coşarım, ışık olurum

    Anadolu'yu aydınlatırım.

    * * * *

    Atatürk şiiri yazmaya başladığımda

    Burası evim olabilir, bir otobüs durağı veya

    Bir marketin bahçesi olabilir.

    Konuya odaklanırım

    Dakikalar sonra

    İlk cümleler kağıda düştüğünde

    Sadece yazmak, daha çok yazmak isterim.

    * * * *

    Şu son altı yılda yazdığım

    Atatürk ile ilgili seksen iki şiirim

    Okurlar tarafından beğenildi, takdir edildi

    Onlar haykırdılar, Atatürk, dediler

    Atatürk bizim tek önderimizdir, dediler.

    * * * *

    Atatürk gibi bilgili, atak ve cesur olmak

    Komutasındaki az bir kuvvetle

    Yurdunu savunmaya çalışmak

    Değişik zamanlarda yaptığı pek çok savaşta

    Her zaman galip gelmek, hiç yenilmemek

    Anadolu bozkırında

    Üstün düşman kuvvetlerini

    Yok etmek.

    * * * *

    Azim ve kararlılık

    Sağlam bir irade

    Üstün görüş yeteneği

    Olayı anında okumak

    Yanlış giden bir şeyler olduğunda

    Önlemini almak

    Tek bir güce, kendine inanmak

    Geçilemez denen düşman mevzilerini

    Paramparça etmek.

    * * * *

    Zafer kazanmış bir kumandan edasıyla değil,

    Vatan kurtarmış bir komutan gibi

    Türkiye Cumhuriyeti'ni

    Dünya tarihine armağan etmek.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım



    KARANLIK BENDEN KORKTU

    Yazan Ve Okuyan: Serdar Yıldırım

    https://www.facebook.com/ayla.guleryildirim/videos/974012349406236/

    SAVAŞ KAHRAMANI ATATÜRK

    Dünyanın gelmiş, geçmiş

    En büyük savaş kahramanı

    Kimdir diye sorsalar

    Mustafa Kemal Atatürk derim.

    * * * *

    Dünyanın merkezi konumundaki

    Anadolu'da, binlerce yıldır

    Yüzlerce medeniyet gelmiş, geçmiş

    İki binli yıllarda Anadolu'da yaşayan insanlar,

    Bu medeniyetlerin kaçta kaçını biliyor?

    * * * *

    Dünyanın pek çok ülkesinden

    Daha fazla nüfusa sahip İstanbul

    28-9-2021 tarihi itibarıyla 16 milyon

    Kazdıkça altından medeniyet çıkıyor.

    * * * *

    Dünyanın en büyük medeniyet

    Başkenti İstanbul'dur.

    Zamanın durduramadığı

    Saatlerin sessiz çaldığı İstanbul.

    * * * *

    İstanbul'u ilk fethedeni herkes biliyor

    İstanbul'u ikinci kez fetheden Atatürk'tür.

    İstanbul bir daha düşman eline geçmemeli

    İstanbul özgür olmalı, Türk olmalı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    -----------------------------------------------------

    ATATÜRK'TEN YANA TARAFIM

    Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra

    Asıl savaşımız şimdi başlıyor, dedi.

    Ağaçları kesmedi, bataklıkları kuruttu

    Yeni tarım alanları ortaya çıktı

    * * * *

    O zamanlar Anadolu'da

    40 bin tane köy vardı

    Köylülere tarla, bahçe verdi

    Köylü, buraları ekip biçti

    Aç karnını doyurdu, mutlu oldu.

    * * * *

    Yollar, köprüler yaptı

    Fabrikalar kurdu

    Buralarda binlerce işçiye

    İş imkanı sağladı

    * * * *

    Modern ve çağdaş okullar açtı

    Öğrencilerin geleceğe yönelik

    Bilgi ve beceriyle donanmasını sağladı

    Bilimin ve aklın çizgisinden ayrılmadı.

    * * * *

    Atatürk'ten yana tarafım

    Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde

    Yaşayan herkesi Türk olarak kabul eder

    Türk şereflidir, onurludur

    Vatanına ihanet etmez.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    --------------------------------------------

    BİZ MUSTAFA KEMAL'İN ASKERLERİYİZ

    Gelecek nesiller

    Rahat etsinler diye

    Çanakkale'deydik.

    * * * *

    Çanakkale'ye gelip

    Evine, köyüne geri dönemeyen

    Çanakkale'ye gelip

    Kimi bir gün

    Kimi bir buçuk yıl

    Ömür törpüleyen

    Yarı aç, yarı tok

    Bazen tam aç

    Kahramanca savaşan

    Düşmana geçit vermeyen

    Canını dişine takan

    Sadece kazanmayı düşünen

    Türk Askerleriyiz.

    * * * *

    Biz binlerceydik

    On binlerceydik

    Yüz binlerceydik

    Çoğumuzun adını kimse bilmedi

    Hayatımızı bir kurşuna

    Bir bombaya satmadık

    Direndik, yıkılmadık, yenilmedik

    Bizi yenmek isteyenleri ezip geçtik.

    * * * *

    Biz Mustafa Kemal'in askerleriyiz

    O, gelmeden önce siperleri gerilere

    Daha gerilere kaydıran

    O, geldikten sonra zafere

    İmza atan Türk askerleriyiz.

    * * * *

    Alman komutan Liman Von Sanders gitti

    Yerine Türk komutan Mustafa Kemal geldi

    Topçulara ateş etmeyin, bekleyin, diyen

    Alman komutan gitti

    Ateş, ateş diyen Mustafa Kemal geldi.

    * * * *

    Mustafa Kemal İngiliz gemilerini

    Çanakkale Boğazı'nın

    Karanlık sularına gömdü

    Anadolu'nun Türk yurdu

    Olmasını istemeyen

    İngilizlere dersini verdi.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ---------------------------------------------

    KARA KALPAKLI ATLI

    Karşıdan gelen bir atlı

    Atlı kara kalpaklı

    Bakışları pek dertli

    Çehresi çok sertti.

    * * * *

    Atlı geldi, attan indi.

    Bendeki merak dindi.

    Beynimdeki düşman sindi.

    Çünkü gelen bir dosttu.

    * * * *

    Ben O'nu tanıyordum.

    Her an adını anıyordum.

    Mustafa Kemal diyordum.

    Mustafa Kemal Atatürk diyordum.

    * * * *

    Atatürk beni tanımadı.

    Sen de kimsin böyle, diye sordu.

    Gelecekten geldiğimi söyledim.

    Tarih 11-10-2020 dedim.

    * * * *

    " Demek 100 yıl sonrasından geldin.

    Dur, hiç boşuna konuşma

    Beni tanıdın, kim olduğumu biliyorsun

    Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorsun. "

    * * * *

    Evet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.

    Bundan gurur duyuyorum.

    Önderim, liderim de sensin

    Seni yere- göğe sığdıramıyorum.

    * * * *

    " Demek başardım, bunu biliyordum.

    Türkiye Cumhuriyeti kurulacak diyordum.

    Yedi değil, yetmiş düvel gelse de

    Zafer kazanacağımdan emindim.

    * * * *

    İçerideki düşman dışarıdakinden hırslı

    Özgürlük ateşini söndürmekte kararlı

    Padişahtan umudunu kesen herkes

    Benim hür bayrağım altında toplanmalı.

    * * * *

    Ben Anadolu'nun Türk Yurdu olmasında kararlıyım.

    Bunun için gereken ne varsa yapacağım.

    Planlarımı zafer üstüne kurgulayacağım.

    Baskı altındaki milletlere örnek olacağım. "

    * * * *

    Sen çok yaşa emi yüzyılın savaşçısı

    Anadoluyu işgal etti, düşman ordusu

    Yoktur Türk Askeri'nde düşman korkusu

    Çoktur düşman askerinde Mustafa Kemal korkusu.

    * * * *

    Kara kalpaklı atlı

    Topuktan gelen bir selam verdi.

    Atına atladığı gibi

    Doludizgin uzaklaştı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    MUSTAFA KEMAL ÇANAKKALE'DE

    Mustafa Kemal, Çanakkale'ye geldiği zaman

    Bombalar sağda, solda patlıyordu

    İngiliz gemileri

    Dakikada 60 bomba atan toplarıyla

    Siperlere nefes aldırmıyordu.

    * * * *

    O anda bir aslan kükremesi duyuldu

    Bu ülke sahipsiz değil diyordu

    Bizden sonrası karanlık diyordu

    Hücum diyordu, korkmayalım diyordu.

    * * * *

    Anzaklar, sabaha karşı

    Çanakkale'ye çıkartma yapıyordu

    Sabahın 4 buçuğunda

    Onları orada bekleyenler vardı

    Sağ elinde şimşek, sol elinde yıldırım

    Sağ elinde kılıç, sol elinde tabanca

    Sağ elinde Anadolu, sol elinde Trakya

    Mustafa Kemal ve Türk Askeri

    Aç, tasır, savaştılar, yenilmediler

    Yendiler, zafer kazandılar.

    * * * *

    Karanlık varsa aydınlığa koşacaksın

    Aydınlıktaysan karanlıktan korkmayacaksın

    Kötüden, zalimden kaçmayacaksın

    Özgürlüğün için, savaşacaksın

    Sessiz durursan, yerinde oturursan

    Zalimin zulmüne dur demezsen

    Beynindeki prangaları söküp atmazsan

    Gelecek yıllar sana acımaz.

    * * * *

    Haydi, benim de, ben liderim de

    Lider olmak için, çaba sarf et

    En önde sen ol, en önde sen koş

    Türk Halkı'nın peşinden geldiğini göreceksin.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ---------------------------------------------------------

    ATATÜRK VE DÜNYA TARİHİ

    Dünya tarihini

    Yeniden yazmak isterdim

    Kalem elimde, kağıt önümde

    Hiç bir tehdide bağlı kalmadan

    Özgün düşünme yeteneğimi kullanarak

    Dünyadaki yaşamı kurgulamak isterdim.

    * * * *

    Vatan savunması hariç

    Komşu ülkelere saldıran

    Kralları, şahları, padişahları

    Devre dışı bırakarak

    Dünya tarihini

    Atatürk ile aydınlatmak isterdim.

    * * * *

    Atatürk vatanını savundu

    Düşmanlara karşı koydu

    Yurduna saldıran düşmanlara

    Biz bu sınırlar içinde

    Özgür ve bağımsız yaşamaktan başka

    Bir şey istemiyoruz, dedi.

    * * * *

    Düşmanlar, bunu kabul etmedi

    Baskısını artırdı

    Dört bir yandan Anadolu'ya saldırdı

    Atatürk, Türk Halkı'yla tek vücut oldu

    Savaştı ve galip geldi

    Anadolu'yu düşmanlardan temizledi

    Yepyeni bir devlet kurdu.

    Adı: Türkiye Cumhuriyeti.

    * * * *

    Türkiye Cumhuriyeti

    Sınırları içinde yaşayan herkes

    Atatürk'ü sever ve devrimlerine sahip çıkar

    Sadece gerçeklere inanır

    Atatürk gerçeğini kabul eder

    Beyninde bir ışık yakar

    O ışığın önderliğinde

    Kültür yolunu aydınlatır

    Yeni nesil insanlara yaşam sunar.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    -----------------------------------------------

    ATATÜRK GELDİĞİ GİBİ GİTTİ

    Sen bu yurdu kurtardın

    Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdun

    Tarihe ismini

    Altın harflerle yazdırdın, diyerek,

    Bir marş söylüyordum.

    * * * *

    Birden odanın ortasına

    Bir bomba düştü

    Ortalığı toz-duman kapladı

    Göz gözü görmez oldu.

    * * * *

    Ben askerde havancıydım

    Bombalara alışıktım

    İleri gözetleyiciydim

    Belimde kasatura

    Elimde telsiz, göğsümde dürbün

    Havan atışı yaptırmak için,

    Dağa, tepeye çıkardım

    Havan ile hedefin uzaklığını

    Hesap eder, ikinci atışta

    Hedefi 12'den vururdum.

    * * * *

    Tepemden bombalar geçerdi

    Ben bombadan korkmam

    Bomba benden korkar, derdim.

    Ben Türk Askeri'yim.

    Türk Askeri hiçbir şeyden korkmaz.

    * * * *

    Dediğim doğru çıktı

    Türk Askeri korkmadı

    Odanın ortasına bomba düştüğünde

    Oturduğum yerden ayağa kalktım

    Her türlü saldırıya hazırdım.

    * * * *

    Göz gözü görmeye başladığında

    Odanın ortasında bir kahraman belirdi

    Ben bu kahramanı çok iyi tanıyordum

    O kahraman Mustafa Kemal Atatürk

    Bunu biliyordum.

    * * * *

    Atatürk sağa- sola bakındı

    Benden başkasını göremedi

    Sen kimsin, adın ne,

    Bugünün tarihi nedir, diye sordu.

    * * * *

    Ben Serdar Yıldırım,

    Bugün 29-Mayıs-2021 dedim.

    * * * *

    Atatürk: Türk Askeri bombadan korkmaz

    Türk Askeri yenilmez

    Türk Askeri esir düşmez

    Türk Askeri galip gelir

    Yurduna saldıran düşmanlara karşı koyar, dedi.

    * * * *

    Odanın ortasına bir bomba daha düştü

    Ortalığı toz-duman kapladı

    Göz gözü görmez oldu

    Atatürk geldiği gibi gitti.

    * * * *

    Bir saat kendime gelemedim

    Odanın ortasında dört döndüm

    Ben kendimi gerçek sanırdım

    Atatürk gerçeği karşısında

    Hayal bile değilmişim.

    * * * *

    Şimdilerde Anadolu'da

    Atatürk, en büyük önder ve lider

    Türk insanı vatanını çok seven

    Atatürk'e minnettar.

    SON

    --------------------------------------------------

    TÜRK DEVRİMİ

    Devrim, karanlığın yok olması

    Aydınlığın başlamasıdır

    Devrim, yeniliklere ayak uydurmak

    Çağdaşlaşmak, medenileşmektir.

    * * * *

    Yüzyıllar ötesinde kalmış fikirler

    Zamanla geçerliliğini kaybeder

    Yeni düşünceler ortaya çıkar

    Bu değişim sonsuza dek sürer.

    * * * *

    Büyük Vatan Şairi Namık Kemal

    Millete hizmet yolundan asla vazgeçmedi

    Magosa zindanlarında bile

    Vatana hizmetten bahsetti.

    * * * *

    1840-1888 yılları arasında

    Dünyadan bir Namık Kemal geçti

    Atatürk, lise yıllarında Namık Kemal'in

    Fikirleri beni çok etkilemiştir, dedi.

    * * * *

    Atatürk'e göre, Türkiye Cumhuriyeti

    Sınırları içinde yaşayan herkes Türk'tür.

    Bu cumhuriyette yaşayanlar

    Türklüğüyle övünmelidir.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    KERTENKELENİN HAYALİ

    Büyük Sahra Çölü’ nün ortalarına yakın bir yerde, uçsuz bucaksız kum yığınlarının arasında bir kertenkele yaşıyordu. Gündüzleri kızgın güneş ışınları altında yiyecek aramaya çıkmak çok zor olduğu için daima geceleri ortalık serinleyince yuvasından çıkardı. Yuvası da birkaç büyük kaya parçasının arasındaki kuytu, gölgelik, loş bir yerdi. Bir gece hava kararır kararmaz yine yiyecek aramaya çıktı, fakat saatlerce dolaşmasına karşın hiç yiyecek bulamadı. Açlık onu güçsüzleştirmişti. Gücü giderek azalıyordu, çok yorulmuştu. Artık yuvasına geri dönemezdi, çünkü hava aydınlanmaya başlamıştı ve yuvasından oldukça uzaklaşmıştı. İleri, daha ileri gitmeliydi ve mutlaka yiyecek bir şeyler bulmalıydı.

    Öğle vakti olmuş ve güneş kertenkelenin tam tepesindeydi. Sıcaklık elli dereceye çıkmış ve kumlardan buhar çıkıyor gibi görünüyordu. Dayanılır gibi değildi. Çöl bir fırın halini almış ve güneş ışınları ortalığı kasıp kavuruyordu. Kertenkele güneşi, sıcaklığı unutmuş sadece yiyecek arıyordu. O, şimdi gündüzü gece zannediyordu. Sanki hava serindi ve bu serin gece bitmeyecekmiş gibi sürüp gidecekti. Kertenkele için gündüz gece olmuştu, gündüz geceleşmişti. Kertenkelenin tersi dönmüştü, bu bir ters dönmesiydi. Gözleri yarı kapalı vaziyetteydi ve gözlerinin önünde bir takım hayaller uçuşuyordu. Bu hayallerin ona yararı dokunabilir miydi? Gövdesini usulca kumların üzerine bıraktı, gözlerini kapadı. Kertenkele pek çok hayalin içinden bir tanesini seçip, o hayali kurmaya başladı.

    Geniş bir dere yatağının ortasından incecik, az bir su akıyordu, dağlardan ovaya doğru. Tam sınırda küçük çağlayan vardı ve küçük çağlayandan geçen su ovaya ayak basıyordu. Hemen ilerideki ormana giren su ağaçların arasında uzun süre yol aldıktan sonra kayboluyordu, ama kuru dere yatağı ormandan çıkıp devam ediyordu taa çok uzaklardaki denize kadar. Aylardan eylül, mevsim yaz, iki aydır yağmur yağmamıştır. Ormandaki ağaçlar suya hasret kalmışlardır. Her ağaçtan bir ses, bir feryat, hepsi küçük çağlayandan şikayetçi. Küçük çağlayan ise ormandaki ağaçlara laf yetiştirmekle meşgul, altta mı kalacak, zaten suçsuz, dağlardan dere yatağına inen su çok azsa bunun küçük çağlayanla ne ilgisi var? Küçük çağlayan ne yapsın iki aydır yağmur yağmadıysa? Bu kısır döngü bir ay kadar devam ettikten sonra sonbahar yağmurları başladı. Günlerce süren yağmur dere yatağını giderek dolduruyordu. Küçük çağlayanın üzerinden aşan su ormana doğru akıp gidiyordu. Eğer yağmur böylesine şiddetle bir süre daha yağmaya devam ederse, dağlardan sel gelebilirdi. Sel gelmese bile dere yatağındaki su taşacak ve ormana zararı dokunacaktı. Bu iki ihtimali göz önünde bulunduran küçük çağlayan bir baraj yapımına girişti. Çabucak barajın yapımını tamamladı ve dağlardan gelen suyu kontrol altına aldı.

    Günlerdir yağan yağmur ormandaki ağaçları suya doyurmuştu. Dereden de bol su geliyordu ormana kana kana içiyorlardı. Küçük çağlayan baraj yapmaya başladığında önce şaşırdı, ormandaki ağaçlar: “ Bu niye baraj yapıyor böyle? Ne olacak oraya baraj yapıp da? “ demeye başladılar. Sonra kızdılar. “ Küçük, bırak gelsin su, kısmetimizi engelleme. Çek, yık o barajı, başka işin yok mu senin? “ diyerek atıp tuttular. Küçük çağlayan baraj yapmaktaki amacını şu şekilde açıklıyordu: “ Buralara bir yağıyorsa dağlara beş yağıyordur. Onca su dağlarda kalmayacak mutlaka ovaya inecektir. Gelen su çok olursa sel gelir. Bana bir şey olmaz, zararı sizedir. Bu baraj seli durdurur, sele set olur. Ben de fazla suyu azar azar ovaya bırakırım. Eğer böyle olursa hiç biriniz selden zarar görmezsiniz. “

    Sonunda sel geldi. Günlerdir yağan yağmurun biriktirdiği büyük su kütlesi korkunç gürültüyle gelerek baraja takıldı. Küçük çağlayanın yaptığı baraj işe yaramış ve seli durdurmuştu. Fakat barajın arkasındaki suyun basıncı gitgide artıyordu. Küçük çağlayan barajın yıkılmasını önlemek için sonsuz gayret sarf ediyordu. Bir taraftan suyu kontrollü olarak ovaya bırakırken diğer taraftan barajın yıkılan yerlerini tamir ediyordu. Ormandaki ağaçlar ise küçük çağlayanın ne yapmak istediğini anlamak şöyle dursun atıp tutmalarının dozunu arttırarak hakaret etmeye başladılar. En nihayet sel küçük çağlayanın barajını yıkamadı ama onu yıkan bu hakaretler oldu: “ Alın bakalım basmakalıpçılar. Çekiliyorum aradan. Bırak gelsin su diyordunuz. Alın suyu doya doya yıkanın “ Küçük çağlayan aradan çekilince baraj yıkıldı. Sel suları ormandaki ağaçları kökünden söküp sürükledi, götürdü.

    Kertenkele kurduğu hayal bitince gözlerini açtı. Gece olmuş, ortalık serinlemişti. Yattığı yerden doğrulup yürümeye başladı. Yuvasından uzak düşmüştü ama oraya varacağını biliyordu, çünkü kendisini oldukça zinde hissediyordu. Bu durum ne kadar devam ederdi bak işte onu bilmesine belki de imkan, ihtimal yoktu. O zaman bu sahte canlanmaya pek güvenilmezdi. Bir an önce yiyecek bulup karnını doyurmalıydı. Kertenkele yuvasına varıncaya kadar birkaç yerde yiyecek bulup karnını doyurdu. Yuvasının bir köşesine yattığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Nasılsa güneş yine ortaya çıkacak ve çöl dayanılmaz şekilde sımsıcak olacaktı. Güneşin kertenkeleye artık bir zararı dokunamazdı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:

    Kertenkelenin Hayali - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 Sayfa

    Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa: 20-31

    Sihirli Masallar - Bilgi Yayınevi- Yayın Yılı: 2009 - Sayfa: 254-257

    İnternetten bulup alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım, okuyucuya güzel eserler sunmaktır.

    İNSAN YİYEN BİTKİ

    Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirecekti.

    Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.

    Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

    İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar? İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışarıdan belli olmuyor ama içerisi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.

    Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

    “ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yer altından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “

    İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: CİVCİVLER HOROZ OLDU

    Dayımın çiftliğinde günler birbiri ardına geçip giderken, bir gün dayım torba dolusu civcivle çıkageldi: Koş Mustafa koş, bak sana civciv getirdim. Onları besle, büyüt, dedi. Ben bir sandalyeye oturdum. Saydım, civcivler on taneydi. Makbule ile Naciye civcivleri besleyip büyütmeme yardımcı olacaktı.

    Geçen günlerle birlikte civcivlerin azalmaya başladığını fark ettim. Çiftliğin bahçesinde dolaşan bir kedi vardı ve civcivleri o kapıyordu. Çiftliğe geldikleri ilk gün orta yere bıraktığımızda dört civciv yanıma geliyordu. Beni tercih etmeyenler, Makbule ile Naciye'nin yanına gidiyordu. Kedi onların civcivlerini yedi. Bana inanan dört tanesini büyüttüm. Hepsi horoz oldu.

    --------------------------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: EVCİLİK ANISI

    Çocukluk çağında yaşadığım unutamadığım anıların başında evcilik anısı vardır. Selanik'te sekiz on yaşları arasında komşu kızları evlerinin önüne kilim serer ve evcilik oynardı. Türk çocukları değil ama ermeni ve rum çocukları bunlara rahat vermez, tepelerine dikilir, alay ederdi. Ermeni Krikor: Vay Fatoş, kurmuşsun evini, bakarsın rahatına. Şu kıza çocuğum dersin, yoktur bunun babası?

    Rum Yorgo: Olurum ben o çocuğa baba. Yeter ki kapın açık olsun.

    Fatoş, sonunda alaylardan bıkmış ve evcilik oyununa bir baba aramış. Sonunda beni buldu. Olanları anlattı. Biz evcilik oynarken, baba olur musun, dedi. Ben hiç düşünmeden evet dedim. Olaylar gözümün önünde cereyan ediyordu ve görünen köy kılavuz istemezdi.

    Ertesi gün Fatoşların evinin önüne kilim serilmişti. Temsilde anne Fatoş ve iki kızı yemek yapıyordu. Ben kilimin ortasında oturuyor ve baba rolündeydim. Ermeni ve rum çocuklar gelip geçiyor ve bana bakıyorlardı. O gün tek laf atan, ileri geri konuşan olmadı. Selanikli Mustafa derlerdi bana. Sonraki günlerde çağırdığı zaman Fatoş'un yardımına koştum. Baba rolü oynadım. Bu zaman süresince sataşma olmadı. Ermeni ve rum çocuklar, dilleri damaklarına yapışmış vaziyette geçip gittiler.

    --------------------------------------------------------------------------

    DÜŞMANIM ÇOK ŞU ANDA

    İki yaşındaki Mustafa abisi Ahmet ile Selanik'in toprak sokağında gidiyordu. Şu temmuz sıcağında deniz kıyısı en iyi yerdi. Ege denizi, adaları çok olan prima bir yerdi. Görkemli bir dev, adadan adaya ayak basar, ayağını suya değdirmeden Girit'e ulaşırdı.

    Ortaçağ kalığı zihniyete bel bağlamadan, özgün fikir üreten Selanik'in yıldız çocukları, atılım içindeydi. Aralarında tartışma oluyordu. Bugünkü konuşmaların odak noktası: Dünya dursa ne olurdu? Birkaç saattir süren fikir ayrılıkları neredeyse kavgaya dönüşecekti ki, Ahmet ile kardeşi Mustafa ufukta göründü. Çocuklar, bunlar Ahmet ve Mustafa. Olayı onlara anlatalım, onlar ne derse kabullenelim, düşüncesinde birleştiler.

    Dünya dursa ne olur sorusuna Ahmet: Dünyadaki yaşam son bulur, dedi. Bak biz de öyle dedik, siz karşı çıktınız, diyenler sesini yükseltince tartışma giderek alevlendi. Bunun üzerine Ahmet, iki elini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra herkes sustu. Ali şöyle dedi, Veli böyle dedi, demeyi bırakalım ve Mustafa'ya kulak verelim. Mustafa ne derse o olsun, tamam mı, deyince herkes tamam dedi.

    Ahmet: Mustafa dünya dursa ne olur? diye sordu.

    Mustafa: Dünya durmaz, döner, dedi ve bütün ağızlar açık kaldı.

    ---------------------------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU - ÇİĞDEM TOPLADIK

    Bir kış günü sabahı saat 8 sularında Zübeyde Hanım uyanmıştı. Sağa-sola bakındı. Ali Rıza Bey derin uykudaydı. Gümrük memuru olduğu için, geç yatmıştı çünkü ertesi gün tatildi. Öğleden önce kalkmazdı. Zübeyde Hanım çocukların odasına yöneldi. İki yaşındaki Mustafa yatağında uyuyordu. Abileri Ahmet ve Ömer yataklarında yoktu. Beyninden vurulmuşa döndü. Kim, neden yavrularını annesinden ayırırdı? Bu durum inanılmaz bir vurdumduymazlık değil miydi? Kim, ne isterdi bir çocuktan? Diğer odaya baktı. Bahçeye çıktı. Sarışın, mavi gözlüm dediği , canları Ahmet ile Ömer ellerinde birer toprak tencere olduğu halde geliyordu. Oğulları yanına gelince Zübeyde Hanım sordu: Sabahın körü yatağınızda yoksunuz. Bu tencereler de neyin nesi? Bunların içinde ne var?

    Ahmet: Anne, gece çiğ yağdı, biz de çiğdem topladık. Hani saksıdaki güllerim, sümbüllerim soluyor dediydin ya, biz de bu durumun önüne geçmek istedik.

    Zübeyde Hanım'ın izin vermesiyle oğulları saksılara çiğdem döktü. Aradan günler geçtikçe solmaya yüz tutan güller, sümbüller canlandı, çiçek açtı.

    -----------------------------------------------------------------

    GÜVERCİN YAVRULARI

    Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım'ın oğulları Ahmet ile Ömer, Selanik'teki evlerinin bahçesinde geziniyordu. Bu bahçedeki ağaçlara nedense güvercinler daha çok konardı. İlkbaharın gelmesiyle birlikte güvercinler yumurtlar ve günler sonra yumurtadan yavrular çıkınca bunları besler, yavrular büyüdükten sonra yuvadan uçup giderdi. Ahmet ile Ömer bu durumu alkışlardı.

    Yıl 1883. Ahmet 9, Ömer 8 yaşında. Bir ilkbahar sabahı. Ahmet sabah erkenden kuş cıvıltılarına uyandı. Kardeşi Ömer'i uyandırıp birlikte bahçeye çıktı. Günlerdir takip ettikleri güvercin yuvasındaki 4 yumurtadan 4 yavru güvercin dünyaya gelmişti. Anne ve baba güvercin yavrularına yiyecek bulmak için, uçup gitti. Aniden gökyüzünde bir kartal belirdi ve dönerek alçalarak yuvanın başına kondu. Bir kaç dakika sonra yuvada yavru kalmamıştı.

    Ahmet ile Ömer bu durumu korku dolu gözlerle izledikten sonra eve kaçtı ve bahçe kapısını içeriden kilitledi. Tam doymayan kartal bahçe kapısına doğru hamle yaptı ve kapıya çarpıp yere düştü. Daha sonra uçup giden kartal bir daha oralarda görünmedi.

    ------------------------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: İYİ YÜREKLİ KIZ

    Atatürk'ün ablası Fatma dört yaşındaydı. Bir bebeği vardı, onunla oynuyordu ama bu yetmiyordu. Canı çok sıkılıyordu.Mutfakta yemek pişiren annesinin yanına gitti. Anne, yanına geldim ama bana masal anlatmanı istemiyorum. Bana anlatacak bir hikayen var mı?

    Annesi: Aman kızım, ne demek? Sen iste yeter ki benim masallar kadar anlatacak hikayelerim de pek çoktur. Bir adam varmış, insanları çok severmiş. Fakirlere yardım etmek istermiş ama cebinde parası yokmuş. Ah, bir param olsa da şu dünyada fakir kalmasa, diye düşünürmüş. Bu adam sonunda altmış dört yaşına girmiş. Ben en azından bir bu kadar daha yaşarım, dermiş.

    Bir gün bu adam yol kenarından giderken, ilaç satan bir dükkanın önünden geçiyormuş. Orada çalışan tezgahtar on altı yaşlarında bir kızmış. Bu adama gülümsemiş ve selam vermiş. Adam da gülümsemiş ve kızın selamını almış. Aradan günler, aylar, yıllar geçmiş.

    Bir gün bu adam dağda, bayırda gezerken bir sandık altın bulmuş. Sandığı sırtladığı gibi evine taşımış. Zaman içinde altınların bir kısmını harcamış. Kalanı son nefesini vermeden önce iyi yürekli kıza bağışlamış. İyi yürekli kız altınların kimden geldiğini anlayamamış ama yıllarla altınları harcamış. Köşklerde yaşamış.

    Fatma: Anne, hikaye çok güzeldi, demiş. Mutfaktan çıkmış, odasına gitmiş. Acaba ben de günün birinde böyle bir sandık altın bulabilir miyim, diye düşüncelere dalmış.

    --------------------------------------------------------------------------

    ARKADAŞIM MUHAN Atatürk'ün abisi Ahmet 9 yaşındaydı.

    Selanik'te komşu kadınlar bir evde toplanmıştı. Aralarında güncel olayları konuşuyor ve dedikodu yapıyordu. Evin oğlu Muhan, Ahmet ve bir arkadaşı ayrı odada akılları yettiğince devlet yönetimi üzerinde fikir üretiyor, yorum yapıyordu. Ahmet, bu gidişat kötüdür, sonuç karanlıktır. Mutlaka aydınlığa çıkılması gerekir, diye anlatırken, Muhan sözünü kesti: Senin aklın kesiyor da yöneticinin aklı kesmiyor mu? O kadar yardımcısı var. Bunlar boşa mı kürek çekiyor? dedi.

    Ahmet: O ve onlar, bu durumu fark ediyordur ama önlemini almıyordur. Bu düzenin değişmesini istiyordur. Benim annem Türk ve ben yönetici olsam benim destekçim olurdu. Eğer annem fransız veya italyan olsa beni yanlış yönlendirirdi. Bilmem anlatabildim mi? dedi.

    Ahmet sözlerini bitirdikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Diğer arkadaşı Muhan'a lavabonun nerede olduğunu sordu. İkisi birlikte odadan çıktı. Ahmet yalnız kalmıştı. Muhan'ın üstüne oturduğu minder Ahmet'in ve arkadaşının minderinden daha büyüktü. Ahmet minderini bırakıp Muhan'ın minderine oturmak istedi. Minderi kaldırdığında altında kağıt para olduğunu gördü. Anında minderin üstüne oturdu ve içini bir korku kapladı. Bu para kaybolursa ve sonradan sen aldın derlerse, ne yapardı? Korku dolu gözlerle hayata bakarken, iki arkadaşı az sonra geldi. Ahmet'in ağzını bıçak açmadı ve onlar gündelik konulardan konuştu. Daha sonra annesi Zübeyde Hanım odanın kapısını açıp, haydi Ahmet, gidiyoruz, dedi. Arkadaşları odadan çıkınca son bir kez minderin altına baktı. Para orada duruyordu. Gönül rahatlığı içinde odadan çıktı ve annesiyle birlikte eve doğru yürüdü.

    --------------------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU: GERÇEK BİR HİKAYE

    Atatürk'ün ağabeyi Ahmet masalları sevmezdi. Bire bin katılarak anlatılan ve çocukların hayal dünyalarını olumsuz yönde etkileyen masallardan hoşlanmazdı. Devler ve cüceler, dünyada bir zamanlar yaşamışlardı. Sen on metrelik bir devi bir buçuk metre boyundaki Keloğlan'a rakip olarak gösteremezdin. Annesi Zübeyde Hanım mutfaktayken, Ahmet geldi: Anne, gerçekten yaşanmış bir hikaye biliyorsan anlat yoksa konuşmasak da olur. Ben burada sessizce oturur ve senin yemek yapmanı ilgiyle izlerim, dedi.

    Annesi: Aman oğlum, sen iste, ben sana istemediğin kadar gerçekten yaşanmış hikaye anlatırım. Şu yaşadığımız zaman diliminde bir Mehmet Bey varmış. Bu Mehmet Bey'in buğday, arpa tarlaları, üzüm bağları, portakal, elma, armut bahçeleri bulunuyormuş. Hanımının adı Asiye'ymiş. Uzun boyluymuş. Asiye Hanım'ın da tarlaları çokmuş. Bunların Emin, Zehra, Remziye ve Recep adında dört çocuğu varmış. Emin zaptiye ( polis ) olmuş. Evlenmiş, çocukları olmuş. Zehra da evlenmiş. Damat bey Nurettin çok hayırlı biriymiş! Zehra'nın babası ve annesi ile sohbeti koyulaştırmış. Babam benim, canım annem ile başlayan afralı tafralı konuşmalarıyla Mehmet Bey ve Asiye Hanım'dan tapuları birer birer almış. Bunun üzerine Nurettin tarlaları, bahçeleri satmış ve lokantalarda, gazinolarda herkese yemek ve içki ısmarlamış. Lokantaların önüne masa, sandalye koydurmuş. Ali gel, Veli gel diyerek evine, işine gideni yolundan döndürmüş. Onları beslemiş.

    Aradan günler, aylar geçmiş. Paralar suyunu çekmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım'ın elinde sadece bir buğday tarlası kalmış. Daha sonra bu damat İstanbul'a taşınmış. İki oğlu, bir kızı varmış. Ailesiyle birlikte uzun yıllar yaşamış. Sonradan hepsi aramızdan ayrılmış.

    O son kalan buğday tarlasının ortasına ekilmediği bir yıl adamın biri bir ev yapmış. Tarla sahipliymiş. Mahkeme olmuş, kadıya gidilmiş. Adam, boş tarla, ne bileyim, sahipsiz sandım. Yeter ki evimi yıkmayın, demiş. Mahkeme uzamış, gitmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Nice kadılar, hakimler gelmiş, geçmiş. Mehmet Bey ve Asiye Hanım bu dünyadan göçünce mirasçıları olan çocukları ve torunları mahkemeye çağrılır olmuş.

    Ahmet: Anne, öyle bir hikaye anlattın ki benim dünyamı değiştirdin. Bambaşka bir Ahmet oldum. Şu an kendimi yüz yaşında hissediyorum. Yüz yıl daha yaşar mıyım, bilinmez. Sen böyle hikayeler aklına geldikçe bana anlat. Ben ilgimi senden esirgemem.

    SON

    Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

    YOKSA SEN İNGİLİZ CASUSU MUSUN?

    Mustafa Kemal 1.5 yıl Çanakkale'de kaldı

    Kar, yağmur, çamur demedi, savaştı

    Anadolu'ya saldıran düşmanlara karşı koydu

    Yeni nesiller özgür ve bağımsız yaşamalıydı.

    * * * -

    İngiliz gemileri, siperlere binlerce bomba attı

    Nice canlar son nefesini verdiğini bilemedi

    Onlar biliyordu, Anadolu düşmana kalmaz

    Mustafa Kemal yalnız kalsa da düşmana teslim olmaz.

    * * * *

    Bombaların patlamadığı bir anlık zaman diliminde

    Zaman gezgini olarak Çanakkale'de olmayı düşledim

    Dileğim gerçekleşti, Türk siperlerindeydim

    Ben bir köşede otururken, Mustafa Kemal ayaktaydı

    Bombalardan korkmuyordu, bombalar O'ndan korkuyordu

    Pek çok bomba gidip uzakta patlıyordu.

    * * * *

    Mustafa Kemal beni fark etti, eliyle işaret etti:

    " Sen asker değilsin, ayağa kalk, kim olduğunu söyle?

    Yoksa sen İngiliz casusu musun? "

    * * * *

    Ayağa kalktım, selam verdim:

    Ben Serdar Yıldırım, gelecekten geliyorum

    Tarih 5-Eylül-2021 Pazar

    Türküm, Türk olmaktan gurur duyuyorum, dedim.

    * * * *

    " Demek 106 yıl sonrasından geldin

    İngiliz gemileri, Çanakkale'yi geçip, Marmara'ya giremez

    Burada zafer kazanmamız, Anadolu insanının gözyaşını silemez

    Anadolu insanı birlik olursa onları dünya gelse yenemez. "

    * * * *

    Bunun üzerine ben şöyle dedim:

    Her dediğinizin altına imzamı atarım

    Hepsi yüzde yüz doğrudur ve örnek alınmalıdır

    İngilizler, Çanakkale'yi geçemeyecekler.

    * * * *

    Konuşmam bittiğinde yakınımda bir bomba patladı

    Yüzlerce parçaya ayrıldığımı hissettim

    Ben bölünmemeliydim, dağılmamalıydım

    Bir bütün olarak kalmalıydım ve yaşadıklarımı

    Günümüz insanına anlatmalıydım

    Çeşitli iletişim kanallarıyla bunu

    Binlerce, on binlerce okura ulaştırmalıydım.

    SON

    ----------------------------------------------

    MAVİ ATEŞ

    Deniz altında kalmış dağ patlar

    Bunun sonunda volkanik ada oluşur

    Baskı altında kalmış Türk patlar

    Bunun sonunda Türkiye Cumhuriyeti oluşur.

    * * * *

    Evren milyarlarca yıl önce

    Büyük patlama sonucu oluşur

    Galaksiler meydana gelir

    Galaksiler, yüz milyonlarca yıldız içerir.

    * * * *

    Bunlardan sadece birisi

    Samanyolu Galaksisi

    Benim de içinde yaşadığım

    Güneş sistemini barındırır.

    * * * *

    Bizim güneş sistemimizde

    Dokuz gezegen vardır

    Bu gezegenlerden biri de

    Sevgili dünyamızdır.

    * * * *

    Dünyada yaşayan insanlar

    Kendiliklerinden bir şeyler icat ettiler

    İnsanların fikir ve düşüncelerine

    Birtakım kısıtlamalar, baskılar koydular.

    * * * *

    Adına öğreti dediler

    Yaşantı dediler

    Halkları birbirine

    Düşman ettiler.

    * * * *

    Kim neye inanırsa inansın

    Benim gibi düşüneceksin diyemezsin

    Belki yanlışta olan sensin

    Değişik düşüneni anlamaya çalışmalısın.

    * * * *

    İnsanı insan yapan özellik

    Canlıların yaşamına saygı duymaktır

    Canlılara sevecen davranıp

    İnsan olduğunu unutmamaktır.

    * * * *

    Büyük bir ordu hazırlamakla

    Ülkelerin sınırını geçmekle

    O ülkeyi fethetmeye çalışmakla

    Sorunları çözemezsin.

    * * * *

    Bak Mustafa Kemal Atatürk

    Vatan savunması hariç

    Savaş bir cinayettir, demiş

    Savaşmayalım artık.

    * * * *

    Atatürk demişse doğrudur

    İnsanlar savaştan kaçınmalı

    Dünya durdukça

    Barış içinde yaşamalı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ---------------------------------------

    TAARRUZ KEMAL

    Siz Avustralya yerlileri

    İngilizler tarafından Anadolu'ya yönlendirilen

    Türkler, boyun eğmedi, diyen

    İngilizlerin esiri.

    * * * *

    Siz özgür ve mutlu yaşıyordunuz

    Hayattan bambaşka bir gelecek umuyordunuz

    Hayat, sizin bir kilonuzu bir pula satmadı

    Özgür bedenlerinizi yetmiş kiloluk bir İngiliz'e esir etti.

    * * * *

    Kitaplar yazar, gazeteler yazardı

    Anadolu' da bir Taarruz Kemal var derdi

    Haksızlığa boyun eğmez, derdi

    Yenilmez yener, ezilmez, ezer de geçer derdi.

    * * * *

    Taarruz Kemal, Anadolu'yu yurt olarak benimsemiş

    Sınırları çizmiş, biz bu sınırlar içinde

    Özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz, demiş.

    Siz şimdi aldatan İngiliz'e mi inansanız

    Yoksa kahramanca savaşan Taarruz Kemal'e mi inansanız?

    * * * *

    İngiliz sizi zorladı, gemilere bindirdi,

    Hedef Çanakkale'dir dedi.

    Taarruz Kemal yok artık, dedi.

    Göğsüne gelen bir kurşunla layığını buldu, dedi.

    * * * *

    Siz havanızı basarak, naralar atarak,

    Anzak Koyu' ndan Anadolu' ya ayak bastınız

    Anadolu insanı bizden korksun, dediniz

    Katliamlar yapmaya hazırdınız.

    * * * *

    Türk Ordusu' nun başında

    Alman komutanlar vardı

    Bunlar Türk Ordusu'nu geri çekerek

    Rahatça çıkartma yapmanıza izin verdi.

    * * * *

    Aradan bir gün geçti

    Taarruz Kemal geldi, dediler

    Almanlar, bütün cephelerin komutanlığını

    Taarruz Kemal'e bıraktı, dediler.

    * * * *

    Size bir bezginlik çöktü

    Bu yenilmez, bizi perişan eder dediniz

    İngiliz Komutan çok uğraştı

    Bu Kemal o Kemal değil, dedi.

    * * * *

    Mustafa Kemal Çanakkale' ye geldi

    Türk Ordusu'nu düzene soktu

    Oralarda saklanacak yer bulamadınız

    Birçoklarınız gemilere binip, kaçtınız.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    -----------------------------------------------------------------

    BEN ATATÜRK SEVDALISIYIM

    Ben bir zamanlar çocuktum.

    Annem bana Karaçor derdi.

    Zayıf bir kara çocuk,

    Özgün düşünme yeteneğine sahip,

    Uygar, çağdaş,

    Geçmişi araştıran,

    Her güne yeni bir umutla başlayan,

    Geleceği kurgulayan,

    Zayıf ama güçlü, çok güçlü.

    * * * *

    Mahalle maçlarında

    Karşı takımın golcüsü iyiyse

    Kaleci.

    Maç normalde devam ediyorsa

    Golcü.

    Kaleciyse penaltı kurtaran,

    Golcüyse hata affetmeyen.

    * * * *

    Babam öğretmendi, Atatürk derdi.

    Annem ev hanımı, Atatürk dedi.

    Ben de uygar, çağdaşım ya

    Atatürk, Atatürk, Atatürk dedim.

    * * * *

    Benim kalbim Atatürk der atar.

    Benim beynim Atatürk der çalışır.

    Benim damarımda kan, Atatürk der dolaşır.

    Atatürk demeden güne başlarsam,

    Ayaklarım birbirine dolaşır.

    * * * *

    Ben Atatürk sevdalısıyım.

    Atatürk için bir şeyler yapmak çabasındayım.

    Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde

    İnsanlar yeni bir güne umutla başlıyorsa

    Bunu Atatürk'e borçludur.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    .

    ATATÜRK 135 YAŞINDA - 2016
    Yazan Ve Okuyan: Serdar Yıldırım
    https://www.facebook.com/ayla.gulery...00000848112519

    TÜRK ASKERİ ÇANAKKALE'DE

    Türk, Anadolu'da hüküm sürsün diye,

    Kurtuluş Savaşı'nda canlarını feda ettiler.

    Mehmetler, Ahmetler, Aliler, Veliler.

    Anadolu' nun fedakar askerleriydiler.

    * * * *

    Büyük bir karanlığın ardından,

    Mucize bir aydınlık beklediler.

    Aydınlık biraz geç geldi.

    Çanakkale bir buçuk yıl onlara mezar oldu.

    * * * *

    Çocuklarımız, torunlarımız dediler.

    Onlar rahat etsin dediler.

    Azrail, İngiliz gemisinin topunun ucundaydı.

    Bombalar siperlere düştükçe

    Yerde yatan vurulmuş askeri arkadaşı tanımadı.

    * * * *

    Alman komutanlar, Çanakkale'deydi.

    İşi biraz ağırdan alıyordu.

    İngiliz savaş gemileri,

    Bombaları bitince gider, diyordu.

    Türk topçularına talimat verilmişti.

    Ateş etmeyin, bekleyin, diyordu.

    * * * *

    Sonunda Çanakkale'ye Mustafa Kemal geldi.

    Bütün cephelerin komutanlığını bana verin, dedi.

    Mustafa Kemal'e Almanlar direnemedi.

    Kendi ülkeleri de ateş hattındaydı.

    Birinci Dünya Savaşı devam ediyordu.

    Almanlar, bir daha gelmemek üzere

    Anadolu'yu terk etti.

    * * * *

    Mustafa Kemal siperde saklanmadı.

    Savaş meydanını düşmana bırakmadı.

    Türk topçularına ateş emrini verdi.

    Ateş, ateş, ateş, dedi.

    * * * *

    Çelikten ölüm kaleleri,

    İngiliz, Fransız savaş gemileri,

    Türk topçusunun yoğun ateşi karşısında

    Boğazın derinliklerini boyladı.

    * * * *

    Sonra kara savaşları başladı.

    İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda'dan Anzakları getirdi.

    Onları, Türkler, boyun eğmedi, diye kandırdı.

    Anzaklar, Türkleri kendine düşman bildi.

    * * * *

    Anzaklar, 25 Nisan 1915'te Gelibolu yarımadasına çıkartma yaptı.

    Karşısında Türk Ordusu'nu buldu.

    Türk Ordusu'nun başında Yarbay Mustafa Kemal vardı.

    Türk Ordusu yenilmezdi, Mustafa Kemal yenilmezdi.

    Sekiz ay süren savaşlar sonunda,

    Anzaklar parçalandılar, paramparça oldular.

    Saklanacak ağaç kovuğu bulamadılar.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ---------------------------------------------------

    ATATÜRK SONUNA KADAR ATATÜRK

    Ben Atatürk , Atatürk diyenlerdenim.

    Atatürk demeden hiçbir soruna çözüm bulunamayacağına inanırım.

    Şu son yüz yılda kim Atatürk demeden hangi sorunu çözmüş?

    Söyleseler de ben de bilsem.

    * * * *

    Bir kimse Atatürk demiyorsa

    Atatürk ilke ve devrimlerinden haberi yoksa

    Ne kadar kıvransa fark etmez,

    Sonunda kendinden bile şüpheye düşer.

    * * * *

    Bir insanın dünyadaki en büyük amacı,

    Hayatını devam ettirebilmesi olmalı.

    İçeriden ve dışarıdan seni sevmeyenler

    Ne kadar uğraşsalar seni yıkamazlar.

    * * * *

    Ben bir dünya kurarım, benim inandığım.

    Ben bir hayal kurarım gerçek olmasını istediğim.

    Benim kurduğum hayal gerçekle örtüşmüyorsa

    Ben gerçek olmayan hayali yıkar geçerim.

    * * * *

    Benim bir arap, bir Türk arkadaşım vardı.

    Çağıl çağıl akan bir ırmağın kenarına gelmiştik.

    Arap beni sevmiyor ya, sen bu ırmaktan geçersin, dedi.

    Türk ise, ileride bir köprü var, oradan geç, dedi.

    * * * *

    Ben Türküm, Türk'e inandım.

    Biraz ilerideki köprüden geçtim.

    Araba inanmadım, onun aklına kanmadım.

    Lütfen arap, benden uzak dur,

    Meraklıysan ırmaktan sen geç, dedim.

    * * * *

    Bak Atatürk, Anadolu'da,

    Güzelim Türkiye Cumhuriyeti' ni kurmuş.

    Sen de bu cumhuriyetten payını alıyorsun.

    Türkiye Cumhuriyeti'nden nemalanıyorsun.

    * * * *

    Yüz yıl önce Anadolu'yu düşmanlar sarmış.

    Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış.

    Atatürk'ün devrimlerine saygı duymalısın

    Devrimlerinin en büyük savunucusu olmalısın.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    -------------------------------------------------

    ATATÜRK İLKELERİ

    İnsanlar, zor durumdaysa

    Çaresizlik içinde kıvranıyorsa

    Bir çıkar yol bulunamıyorsa

    Mutlaka karanlık aydınlatılacaksa

    Halkçılık ilkesini kullanmalısın.

    * * * *

    İnsanlar, fikir anlaşmazlığındaysa

    Kargaşa yüzyıllardır sürüyorsa

    Bir çıkar yol bulunamıyorsa

    Mutlaka fikirler düzenlenecekse

    Laiklik ilkesini kullanmalısın.

    * * * *

    İnsanlar, yönetimde sıkıntıdaysa

    Her ağızdan bir ses çıkıyorsa

    Bir çıkar yol bulunamıyorsa

    Mutlaka yöneteni halk belirleyecekse

    Cumhuriyetçilik ilkesini kullanmalısın.

    * * * *

    İnsanlar, seçtiğine güvendiyse

    Seçilen halktan uzaklaşmışsa

    Bir çıkar yol bulunamıyorsa

    Mutlaka halk önemsenecekse

    Devletçilik ilkesini kullanmalısın.

    * * * *

    İnsanlar, giyimde özensizse

    Çağdaş çizgi dışındaysa

    Bir çıkar yol bulunamıyorsa

    Mutlaka uygarlık yakalanacaksa

    Milliyetçilik ilkesini kullanmalısın.

    * * * *

    İnsanlar, fikirde tekdüzeyse

    Hür düşünceye karşı çıkılıyorsa

    Bir çıkar yol bulunamıyorsa

    Mutlaka reform gerçekleştirilecekse

    Devrimcilik ilkesini kullanmalısın.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ---------------------------------------------

    BAŞKOMUTAN ATATÜRK

    Atatürk'ü sevesim geldi.

    Karşımda göresim geldi.

    Düşmanlarını üzesim geldi.

    Kurtuluş Savaşı'nı anlatasım geldi.

    * * * *

    Karanlıkta mavi iki ışık belirdi.

    O iki ışık Atatürk'ün gözleriydi.

    Beni bu konuda harekete geçiren,

    Atatürk'ün tarihi sözleriydi.

    * * * *

    Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde

    Yaşayanlar, Atatürk'ü sevmek zorundadır.

    Ekmeğini bu sınırlar içinde kazananlar

    Atatürk'e saygı duymak zorundadır.

    * * * *

    Atatürk, Kurtuluş Savaşı zamanında

    Sekiz yıl ailesinden uzak kaldı.

    Ey Atatürk'ü sevmeyen şahıs,

    Bu vatan için, bu bayrak için,

    Ailenden sekiz yıl uzak kalır mısın?

    * * * *

    Trablusgarp ve Bingazi'de

    İtalyan Ordusu'yla savaşırken.

    Anafartalarda, Conkbayırı'nda

    Çanakkale Destanı'nı yazarken

    Göze göz, dişe diş

    Göğüs göğüse çarpışırken,

    Mustafa Kemal hücum diyordu.

    Sağ elinde kılıcı, sol elinde tabancası

    İleri atılıyordu.

    * * * *

    Atatürk uzun süren savaşlar sonunda,

    Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu.

    Fabrikalar açtı, yollar, köprüler yaptırdı.

    Ülkeyi dünya devletleri arasında

    Ön sıralara yükseltti.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI

    KARDEŞİM MUSTAFA

    Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma 1874 tevellütlü Selanikli Ahmet 9 yaşındaydı. Yanında 8 yaşında olan kardeşi Ömer ve 2 yaşında olan Mustafa vardı. Askercilik oynuyorlardı. Ahmet kardeşlerini uygun adım yürütürken, sol sağ, sol sağ yarın bayram olsa diyordu. Aradan zaman geçti. Ömer yoruldu, eh Ahmet de yoruldu. Dön, dön, nereye kadar. Mustafa yorulmadı, dönmeye devam etti. Ahmet, Mustafa'ya laf olsun diye seslendi: Mustafa, bir otur, dinlen. Sen döndükçe biz yorulduk. Sonunda Mustafa söz dinledi ve bir köşeye oturdu. Ahmet ile Ömer daha sonra kalktı ve yürümeye devam etti.

    -------------------------------------------

    O Mustafa sonradan Mustafa Kemal oldu. Yurdu düşmanlar istila edince özgürlük savaşını başlattı. Savaştı ve galip geldi. 8 yıl ailesinden uzak kaldı. Yorulmadı. Türkiye Cumhuriyet'ini kurdu. Tarihe adını altı harflerle yazdırdı: Mustafa Kemal Atatürk

    Serdar Yıldırım

    ----------------------------------------------------------

    ZÜBEYDE HANIM'IN ÇOCUKLARI

    Ahmet, Ömer ve Mustafa evin bahçesinde oynuyordu. Birden ortalık Ömer'in çığlıklarıyla inledi. Yetiş Ahmet abi, beni arı soktu. Ahmet yakındaydı, yerden bir dal parçası alıp, kardeşi Ömer'in çevresini saran yaban arılarına saldırdı. Yaban arıları sağa-sola kaçıştı. Ömer hızla eve girdi ve kapıyı kapadı. Biraz sonra Ahmet de eve girdi ve odasına saklandı. Bahçede Mustafa kalmıştı. Mustafa 2 yaşındaydı ve hayata dolu gözlerle bakıyordu. Yıllar sonra Mustafa Kemal adını alacak ve vatanına saldıran düşmandan kaçmayacaktı. Tıpkı 2 yaşında yaban arılarından kaçmadığı gibi.

    ----------------------------------------------------

    KOBRA

    Yıl 1883. Ali Rıza Bey 44 yaşında, oğlu Ömer 8 yaşındaydı. Birlikte yenice tayin edildiği Çayağzı'ndan Selanik'e dönüyordu. Ali Rıza Bey birden patika yolda bir kobra gördü. Kobra diklenmiş ve yerden yüksekliği 1.5 metre kadardı. Ali Rıza Bey, oğlunu kolundan tuttu: Dur Ömer. Bu kobra yılanı. Çok sinirli. Üstüne yürümek yanlış olur. Belki yakında yavruları vardır. Çevresinden dolaşacağız.

    Ali Rıza Bey ile Ömer geniş bir yay çizerek kobrayı arkalarında bıraktılar ve Selanik Yenikapı'daki evlerine döndüler. Ali Rıza Bey kobra olayını anlattığında Zübeyde Hanım şöyle dedi: Baba oğul çok büyük tehlike atlatmışsınız. Böylesi zehirli bir yaratıktan uzak geçmek doğrudur.

    --------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ABLASI FATMA

    Fatma, Selanik'teki evde oyuncaklarıyla oynuyordu. Pek çok oyuncağı vardı ve en çok annesinin yünden ördüğü oyuncak bebeğini seviyordu. Bebeğiyle konuşuyordu ama onun karşılık vermemesi Fatma'yı üzüyordu. Fatma'nın bir gün canına tak dedi ve annesine seslendi: " Anne, bu bebek konuşur diyordun ama şimdiye kadar benimle hiç konuşmadı. "

    Annesi Zübeyde Hanım: " Kızım, belki bugün konuşacak ve sana merhaba diyecek. Ne biliyorsun? "

    " O zaman konuşsun ve bana merhaba desin. "

    Zübeyde Hanım, sesini incelterek ve çocuk sesi taklidi yaparak konuştu: " Fatma, nasılsın? Ben senin bebeğinim ve seni çok seviyorum. "

    Fatma beyninden vurulmuşa döndü ve bebeğinin konuşması onu çok sevindirmişti. Annesine seslendi: " Anne, duydun mu? Bebeğim konuştu ve ben şimdi çok mutluyum. "

    Fatma dört yaşındaydı ve hayata gülen gözlerle bakıyordu. Bebeği işte konuşuyordu. Fatma bebeğiyle Selanik sokaklarında özgür ve mutlu olarak koşabilecekti.

    ------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ABİSİ AHMET

    Annesi oğlunu bakkala yollarken: Ahmet, dededen yarım kilo yoğurt alıver, dedi. Akşama size bir sürprizim var. Hamur işi hazırlayacağım ama pide mi, börek mi, asla tahmin edemezsin.

    Bunun üzerine Ahmet: Yoğurt alırım ama hani para? Sen para vermezsen, ben yoğurt alamam. Pidedir, börektir hazırlayamazsın.

    Zübeyde Hanım: Aman oğlum, elimde hazır para olmasa ben senden yoğurt almanı ister miyim? Al şu paraları, yeter de artar bile.

    Ahmet tencereyi alıp bakkala doğru yola çıktı. Paralar cebinde şıngırdıyordu. Bakkaldan içeri girdiğinde bir heykel gibi donakaldı. Dede, tezgahın üstüne kollarını koymuş, başını elleri arasına almış, uyukluyordu. Ahmet sessizce bekledi. Sağa-sola bakındı. Ekmek dolabını açıp kapadı. Bez perdeyi açtı. Peynir almaya geldiğinde dede oradan peynir verirdi. İki teneke vardı. Biri açıktı ve bir miktar peynir satılmıştı. Bakışları tezgaha yöneldi. Kavanozlar içinde türlü tevir şekerleme vardı. En çok sevdiği pişmişti. Bu yumuşak şekerlerden her gün bir kavanoz yese bıkmazdı. Sonradan dede uyandı. Ne oldu, oğlum, ne istemiştin, dedi.

    Ahmet: Ben yarım kilo yoğurt alacaktım, dedi. Ahmet yoğurdu aldıktan sonra eve doğru yöneldi. Annesi pide veya börek hazırlasa ne fark ederdi? İkisi de hazır yemekti ve yanında ayran olsa cana can katardı.

    --------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ABİSİ ÖMER

    Ali Rıza Bey'den olma Zübeyde Hanım'dan doğma Ömer 8 yaşındaydı. Kuşpalazı (difteri) salgını vardı. O günlerde Mustafa 2 yaşındaydı.

    Bir gün Mustafa Kemal'in abisi Ömer yaşıtı Celal ile evlerinin bahçesinde geziniyordu. Celal birdenbire: Bak Ömer, şu yılanı görüyor musun? Ben bu yılanı alır, parmağımın ucunda sallarım, dedi. Yılan dediği parmak kalınlığında, iki karış boyundaydı.

    Ömer: Aman, Celal, bırak yılanı gitsin, sana ne zararı var, dedi.

    Celal: Öyle deme Ömer, bu yavru yılan büyür, piton olur. Sen 2 metre olsan, bu yılan 10 metre olur. Yıllar sonra sen adam olsan da fark etmez. Bu yılan seni yakalar ve yutar, dedi.

    Aradan dakikalar geçti. Celal, yavru yılanı sallamaya devam etti. Ta ki Celal'den bir ah sesi duyulana kadar. Ömer hızla sağına döndü. Celal diz çökmüştü ve sağ eli morarıp şişmeye başlamıştı.

    Ömer, yılanın başını tuttu ve sıktı. Yılanın gücü azalmıştı. Sol eliyle yılanın kuyruğunu tuttu. Ters istikamette döndürerek, Celal'le yılanı birbirinden ayırdı. Yılanın başını taşla ezdi. Bir koşu gidip babası Ali Rıza Bey'i yardıma çağırdı. Ali Rıza Bey, Celal'in koluna ısırığın biraz yukarısından mendiliyle sıkma uyguladı. Kanayan yeri emdi, tükürdü. Bu işlemi defalarca tekrar etti. Baygın Celal kendine gelmeye başladı. Ali Rıza Bey'in dudakları hafiften şişmeye başlamıştı.

    Bir kaç gün sonra her şey normale döndü. Celal olanları unutmuş, hayatın akışına kapılmış, savrulup gidiyordu. Ömer, arkadaşını kurtardığı için, babasına teşekkür etti. Geri planda olanların takipçisi Mustafa geleceği şekillendireceği günleri düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

    SON

    Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

    ---------------------------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: HASİBE NİNE

    Bir gün bakla tarlasından çiftliğe dönüyordum. Toprak yolun kenarındaki eski, tek katlı, ahşap bir evde yaşayan Hasibe Nine'ye uğradım. Hal hatır sordum. Yalnızlığını paylaştım. Testiyi alarak yakındaki dereden su doldurup getirdim.

    Hasibe Nine: " Sağ ol evladım! Sen olmasan şurada açlıktan, susuzluktan kıvranacağım. Bana ekmek, yemek, yoğurt getirirsin. Suyumu doldurursun. "

    Ne demek efendim? Bu benim insanlık görevim. İnsanlar yardımlaşmalı, yiyeceğini paylaşmalı. Şu güzelim dünyada hoşça vakit geçirmeli, dedim.

    " Benim Mustafam, neler de bilirmiş? Çok bilgiliymiş. Civan boylum benim. Gel de ninen sarılsın sana. "

    Hasibe Nine'ye sarıldım ama birdenbire ağlamaya başladı.

    Ama neden ağlıyorsunuz? Yoksa canınızı mı yaktım? dedim.

    " Yok evladım, canımı yakmadın. Ben yalnızlığıma ağlıyorum. Yaşlı insanlar, yalnız kalırlar. Yalnızlık zor evladım, çok zor. "

    Daha sonra en iyi dileklerle oradan ayrıldım. Çiftliğe doğru yoluma devam ettim. Birden ilerideki çimenlerin arasında uçamayan bir güvercin gördüm. Güvercini alarak çiftliğe götürdüm. Dayım, güvercinin incinmiş olan kanadını tedavi edip, sardı. Birkaç günde iyileşir, dedi.

    Ertesi gün güvercini Hasibe Nine'ye götürdüm. Onu bir kafese koydu. İyileşince bırakırım, dedi. İyileşince bıraktı ama güvercin biraz uçtuktan sonra geri döndü. Hasibe Nine'yi çok sevmişti ve ondan ayrılmamaya kararlıydı. Orada olduğum zamanlarda güvercin etrafımda uçuyor ve beni saygıyla selamlıyordu.

    Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

    --------------------------------------------------------------------------

    ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: CUMHURİYET İLAN EDERDİM

    Mustafa bakla tarlasında bekçilik yaparken, diğer yandan yeni arkadaşlar ediniyordu. Bunlardan biri de Süleyman'dı. Süleyman komşu çiftliğin sahibinin oğluydu. Fırsat buldukça Hüseyin Ağa'nın çiftliğine gelir, Mustafa'yı bulur ve aralarında oynadıkları oyunlara katılırdı.

    Bir gün Süleyman yine oyuna katıldı. Koştu, yoruldu. Yarıcı çocukları gidince Mustafa ile Süleyman bir ağacın altına oturdular. İlk soru Süleyman'dan geldi: Mustafa, sence bu padişahlık ne zamana kadar sürer?

    " Çok sürmez. Sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürür ama üç yanlışın götüreceği doğru yoksa, ben padişah olsam ne olacak? Osmanlı İmparatorluğu uçurumun kenarında. "

    Süleyman: " Bravo Mustafa, her sözünün altına imzamı atarım. Bir de padişahların hanımlarından bahsetsen. "

    Mustafa: " Yıkım kararı alırsın. Osmanlıyı ben yıkamam ama düşmanlar yıkar. Padişahlar, Türk kızları dururken, yabancı kızlarla evlendiler ve çöküşü hızlandırdılar. Bir de saraydan çıkmayan padişahlar var. "

    Daha sonraki günlerde bu konu konuşulmaya devam etti. Bir akşamüstü Süleyman, Hüseyin Ağa'nın çiftliğine geldi ve Mustafa'yı buldu. Babasıyla bazı konularda anlaşamadığını, bir tartışma sonunda babasının kendisini çiftlikten kovduğunu söyledi. Babasının son sözleri şunlar olmuştu: " Süleyman senin padişah karşıtlığını anlamıyorum. Osmanlı İmparatorluğu ne güzel yönetiliyor. Artık bu çiftlikte yerin yok senin. "

    Babasının bu sözleri üzerine Süleyman tasını, tarağını toplamadan yola çıktı ve komşu çiftliğe doğru yöneldi. Orada özgün düşünme yeteneğine sahip bir arkadaşı vardı ve Mustafa, onu sokakta bırakmazdı. Gerçek arkadaş zor günde belli olurdu. İyi günde pasta ikram eden, kötü günde lokmanı elinden alana ben gerçek arkadaş demem diyordu, Süleyman.

    Mustafa, Süleyman'ı güler yüzle karşıladı. Süleyman olanları anlatınca çok üzüldü. Daha sonra ikisi birlikte Zübeyde Hanım'ın yanına gitti ve arkadaşının yatıya kalması için, gerekli izni alması zor olmadı.

    Akşam yemeğinden sonra Mustafa ile Süleyman, sohbete daldı. Konu yine ülkenin geleceğiydi. Bir ülke yönetiminde sadece koltuk sahipleri söz sahibi olmamalıydı. Her vatandaş yönetime karışır, fikir ileri sürer ve yorum yapardı. Padişah, kral, imparator, halkın sesine kulak vermezse tacını, tahtını verirdi. Bir aralık Süleyman şöyle bir soru sordu: Arkadaş, bilmem inanır mısın, tıpkısının aynısı ben de seninle aynı düşünceler içindeyim. Temsilde, ülke yönetimini sana bıraksalar, yönetim düzenin nasıl olurdu?

    Mustafa: " Ben Cumhuriyet ilan ederdim. Millet Meclisi olmalı. Burada çeşitli vilayetlerden gelen temsilciler olmalı. Halk, beğenmediği yöneticiyi değiştirebilmeli. "

    Mustafa ile Süleyman sonraki iki gün birlikte vakit geçirdiler. Pek çok konuda fikir alışverişinde bulundular. Çiftliğin avlusunda gezdiler, dolaştılar, yoruldular. Daha ertesi gün Mustafa komşu çiftliğe giderek, Süleyman'ın babasıyla bir görüşme yaptı ve Süleyman'ı affetmesini istedi. Baba, Mustafa'ya, sen çok zeki ve dünyada eşi bulunmaz bir çocuksun. Seni kıracağıma kafamı kırarım, dedi ve oğlunu affettiğini söyledi. Çiftliğe geri dönen oğlunun fikirlerine her zaman önem verdi. Anlattıklarını dikkatle dinledi.

    Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

    SERDAR - GENÇ BİR YAZAR HANGİ AŞAMALARDAN GEÇTİ VE NASIL GAYRET GÖSTERDİ

    Sıkıcı. Hayat gerçekten çok sıkıcı. Günlerdir, haftalardır, aylardır değişen hiçbir şey yok. Hep aynı şeyler: Sabah olur güneş doğar, öğlen olur güneş yakar, akşam olur güneş batar. Bazen arkadaşlarla konuşurken, “ Günler birer birer geçip gidiyor. Bu işin sonu ne olacak? “ diye sorarım. Aldığım cevap hep aynı olur: “ Ne bilelim biz. Ne olacaksa oluyor işte. “ Laf mı yani bu da şimdi? Hayat çarkının dönüşüne kaptırmışlar kendilerini dönüp duruyorlar. Zannedersem yaşadıklarının farkında değiller, bedava yaşıyorlar.

    Şuraya bak… Göz alabildiğince uzanan bir şehir. İçinde binlerce insan. Çoğu büyümüşler de toplanıp götürülmeyi bekliyorlar. Gidecekleri yer belli: Fabrikada ucuza çalıştırılacaklar. İşçi olacak çalışacaklar. Bu çalışmak kesinlikle amaç sayılamaz. Birçok arkadaşıma sorup cevabını alamadığım bir soru var: “ Tamam. Bizi çalıştıran çalıştıracak. Bundan bizim kazancımız ne olacak? “

    Ben, ucuz işçi olmak istemiyorum. Beni çalıştıracak olan çalıştırmasın, tam doymadan sofradan kalksın. Ben bunu düşünür, bunu söylerim. Benim hayat felsefem bu. Zaman nasıl da akıp gidiyor. Vakit gece yarısı oldu. Beni buradan kurtaracak olan biraz sonra gelir. Günlerdir uğraşıyorum. O’na neyin ne olduğunu ve ne yapmak istediğimi, çeşitli örnekler vererek, defalarca anlattım. Önceleri pek durumu kavrayamıyordu ama artık her şeyin farkında. İkimiz birlik olup başarı kazanacağımıza inanıyorum. Bir gelen var, galiba O. Nihayet geldi:

    “ Merhaba, Metin. “

    “ Merhaba, Serdar. Vakit tamam. Şöyle geç de seni ağaca bağlayan urgandan kurtarayım."

    Daha sonra Serdar yüksekçe bir kayanın üstüne çıktı. Uyanık durumdaki arkadaşlarına uykuda olanları uyandırmalarını söyledi. Arkadaşları uyandıktan sonra büyük bir merak ve heyecan içinde Serdar’ın söyleyeceklerini dinlemek için dikkat kesildiler: “ Kardeşler, arkadaşlar... Hepiniz tarafından çok iyi bilindiği üzere bu akşam ben Metin Kardeş ile birlikte yola çıkıyorum. Amacım, mutluluk çiçeğini arayıp bulmak ve onu durduğu yerden daha yüksek bir yere çıkarmak ve böylelikle dünyadaki her canlının mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak. Bu yeni yerinde hiçbir yabancı bitkinin yetişmesine izin vermeyeceğimden mutluluk çiçeğinin göndermekte olduğu mutluluk pırıltıları artacaktır. Şimdi, aranızdan bir-iki gönüllü arıyorum. İsterim ki, hepiniz gönüllü olasınız, hepiniz benimle gelesiniz. Gerçekleştirmek istediğim hayırlı bir iştir. Daha önce belki yüz defa meseleyi bütün ayrıntılarıyla sizlere anlatmıştım. Bir parça olsun medeni cesaret gösterin. Son defa soruyorum: Yok mu benimle gelmek isteyen? “

    Serdar, birkaç dakika bekledi. İçinde binlerce işçi adayının durduğu meydandan çıt çıkmıyordu.

    Serdar: “ Tamam. Anlaşıldı. Kimse benimle gelmek istemiyor. Bunun için hiçbirinize kızmak hakkına sahip değilim. Neyse…Kardeşler, arkadaşlar. Tekrar görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın.”

    Serdar ile Metin, yolda Vedat adında bir adama rastladılar. Serdar, Vedat’a mutluluk çiçeğini aramaya çıktıklarını söyledi ve konu hakkında bilgi sahibi olup olmadığını sordu. Vedat mutluluk çiçeğinin nerede olduğunu tarif edemeyeceğini, fakat kendilerini Bay Kemal ile tanıştırabileceğini söyledi. Bay Kemal, yatağının üzerinde oturumuna gelmiş vaziyette, misafirlerini güler yüzle karşıladı. Serdar’ın anlattıkları, Bay Kemal’i heyecanlandırmıştı. Onun şahsında kendi gençliğini görmüş, o günler bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlanmıştı.

    Yıllar önce, mutluluk çiçeğini aramak için yollara düşmüştü. Sonunda, yaşlı bir köylü kendisine kılavuzluk yapmış, mutluluk çiçeğinin yaşadığı yüce dağlar arasındaki yüksekçe bir platoya giden tek yol olan Umut Geçidi’nin girişine kadar getirmişti. Buraya kadar olanları anlatan Bay Kemal, konuşmasına şöyle devam etti: “ Umut Geçidi’nin girişine geldiğimizde yaşlı köylü beni şu sözlerle uğurladı. – Umut Geçidi’nin girişi işte burası. Bu geçidin uzunluğu yüz metre kadardır. Bu yolun sonunda önüne açık bir alan çıkacak. Karşıdaki ağaçlıktan geçtikten sonra mutluluk çiçeğini görebilirsin. Ben yetmiş yılı aşkın bir süredir aşağıdaki ovada yaşıyorum. Sen mutluluk çiçeğini aramak için gelenlerin altıncısı oluyorsun. Senden önce gelenler başarısız oldular. Mutluluk çiçeğini görememişler bile. Mutluluk çiçeğinin bekçisi buna izin vermemiş. Geçidin sonundaki açık alanda aniden karşına çıkarmış. İri, kocaman, otuz yaşlarında bir adammış bu bekçi. Korkar da geçide döner kaçarsan peşinden gelmezmiş. Gidenlerin hepsi de bilgili, kültürlü idiler ama bekçi onların hepsinden baskın çıktı. Kendilerinin birer bilge olduklarını söyleyenler bile üzgün ve yorgun bir şekilde geri döndüler. İşte, Bay Kemal benim anlatacaklarım bu kadar. Yolun açık olsun. –

    Yaşlı köylünün anlattıklarını dinledikten sonra geçide girdim. Arada bir durup yaşlı köylünün söylediklerini aklıma getiriyor ve bunların ışığında planlar yapıyordum. Yüz metrelik yolu üç saatte aştım. Bekçinin sorabileceği her çeşit sorunun cevabını hazırlamıştım. Açık alana çıktım. Biraz sonra bekçi yanıma geldi. Karşılıklı selamlaşmadan sonra bekçi beni kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutmaya başladı. İlk sorular basit ve cevaplandırılması kolay sorulardı: Adın ne, nereden geldin, kimlerden nasıl ve şekilde yardım gördün? Sonraki sorular ise, bekçinin konu hakkındaki soruları oldu: Mutluluk çiçeği nedir, mutluluk çiçeğinin var olduğunu ilk olarak kimden duydun, seni buraya kadar getiren nedenler nelerdir, mutluluk çiçeğini gözünün önünde nasıl canlandırıyorsun? Bu sorulara yeterli olabilecek cevaplar vermiştim. Her şey çok güzeldi, bekçi o soruyu sorana kadar. Öyle bir soru sormak bekçinin nereden aklına geldi bilmem ki? Benim kekelemeye başladığımı gören bekçi yüklendikçe yüklendi. Söylediklerinde haklıydı. Evime nasıl geri döndüm bunu bana bile sorma. Üzüntüden yürüyemez oldum, ayaklarım tutmaz oldu. Yıllar var ki, bu yatakta yatıp duruyorum. Üzgünüm, başarılı olamadığım için. “

    Bay Kemal sözlerini tamamlarken ortada bir soru işareti bırakmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan adamın Bay Kemal’e son olarak sorduğu soru neydi? ” Bay Kemal ben seni yeterli gördüm. Beraber, mutluluk çiçeğinin yanına gittik. Bir ihtimal de olsa senin orada yapacağın çalışmalar ters etki yapar da mutluluk çiçeğini soldurursan, neler olur, lütfen anlatır mısın? “

    Serdar ile Metin, dört gün misafir kaldıktan sonra dönüşte mutlaka uğrayacaklarını söyleyerek Bay Kemal ile Vedat’a veda edip yola çıktılar. Günler günleri kovaladı, aradan haftalar geçti. Serdar yolda rastladığı pek çok insanla her çeşit konuda fikir alışverişinde bulundu. Bazılarıyla yaptığı konuşmaları istediği şekilde bilgi akımı sağlayamadığı için, kısa kesmek zorunda kaldı. Bazılarıyla ise, saatlerce konuştu, sohbet eder gibi, karşısındakine fark ettirmeden, faydalı olabilecek bilgi birikimlerini ustaca çekip aldı. Kendi öz düşüncesinde kurup tasarladığı bu büyük idealini, kimseden bir aferin beklemeksizin, canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak diye özetlediği girişiminin başarısı için bir tür karakter betimlemesi yapıyordu.

    Sonunda, Serdar ile Metin, daha önce Bay Kemal’e kılavuzluk etmiş olan yaşlı köylüyü buldular. Yaşlı köylü onları Umut Geçidi’nin girişine kadar getirdi. Burada yaşlı köylünün Umut Geçidi ve ondan sonrası hakkındaki tanıtım konuşmasından sonra Serdar geçide girdi. Geçitte elli metre kadar ilerleyip bulduğu kuytu bir köşeye oturdu. Sınırları kesin çizgilerle belirtilmemiş, duruma göre anında değişime uğrayabilecek esnek bir plan hazırlamıştı ve bu planın sadece iskeleti değişmeyecekti. Aslında basit gibi görünen fakat son derece karmaşık olan bu planı kontrolden geçiren Serdar, kendinden önce Umut Geçidi’ne giren idealistler gibi zamanlama hatası yapmayacak, açık alana gündüz değil, gece çıkacaktı.

    Serdar hava iyice karardıktan sonra açık alana çıktı. Mümkün olduğunca kenardan, kayalıkların arasından yürümeye başladı. Birden durdu. Gelen vardı. İri, kocaman bir karaltı az ileriden geçti, geçide doğru gitti. Bu bekçi olmalıydı. Daha doğrusu birinci bekçi. Eğer tahminleri doğruysa, mutluluk çiçeğinin yanına gidinceye kadar birkaç tane daha bekçi görmesi muhtemeldi, çünkü yaşlı köylü yetmiş yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorum demişti. Yaşlı köylü doğmadan önce de bu adam bekçilik yaparmış. Bundan dolayı adı mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisine çıkmış. Normal olarak bir adam yüzyıllarca yaşayıp genç kalamayacağına göre, bu bekçi aynı bekçi olamazdı. Bir bekçi sülalesi olabilirdi. Nesilden nesile bekçilik görevini devrediyorlardı birbirlerine.

    Serdar tekrar ilerlemeye başladı. Ağaçlığın kenarına yaklaşmıştı ki, bir bekçi daha gördü. Bu birinci bekçi olamazdı, o zaman ikinci bekçiydi. Bir süre yürüdükten sonra ortalığın aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlığın sebebinin mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılar olduğunu biliyordu. Ağaçlar arasında nöbet tutan üçüncü bekçiyi atlattıktan sonra düzlüğe çıktı. İşte mutluluk çiçeği karşısındaydı. Etrafını gündüz gibi aydınlatıyordu. Serdar, mutluluk çiçeğinin yanına yaklaştıkça onun zannedildiği gibi bir bitki değil de, plastik bir maddeden yapılmış dış yüzeyi bulunan – ki bu dış yüzeyin üstünde çiçek kabartması vardı –ansiklopedi büyüklüğünde, kalın bir kitap olduğunu gördü. Bu büyük kitap, yerden iki metre kadar yüksekte bir kaidenin üstünde duruyordu. Kaideye de taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyordun.

    Serdar esnek olarak hazırladığı planında mutluluk çiçeğinin bitki olamama durumunu göz önünde bulundurduğu için hazırlıksız sayılmazdı. Geriye dönüp ağaçlığın kenarındaki bir taşın üzerine oturdu. Mutluluk çiçeği tam karşısındaydı. Şimdi ne yapmalı ne etmeliydi de mutluluk çiçeğine bir zarar vermeden onun işlevini geliştirmeliydi. Zaman kısıtlıydı. Şu anın gece yarısı olduğunu farz etsen sabah oluncaya kadar sekiz saat vardı. Bu zaman zarfında mutlaka sorun çözülecek, buluş gerçekleşecek diye söylendi. Serdar kendine has yorumlarla en basitinden başlayarak düşüncesinde fikir üretmeye başladı. Bu fikir üretiminin gerçekleşmesinde – Fikir üretimi: Beyin jimnastiği. Halk dilinde, kafa çalıştırma. – yolda gelirken çeşitli insanlarla yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan karakter tablosunun büyük yararı oluyordu. Hafızasına kaydettiği karakterler hatırına geliyordu. Bu onun sorunu çok yönlü olarak düşünmesini sağlıyor, başarı şansını arttırıyordu. Böylece aradan saatler geçti. Sabah güneş doğarken Serdar sorunu çözmüş olmanın gönül rahatlığı içinde son rötuşları yapmakla meşguldü. Buluş gerçekleşmişti.

    Birkaç saat daha geçtikten sonra hazır olduğuna inanan Serdar, bekçilerden birisiyle tanışmak için fırsat kollamaya başladı. Bu beklentisinin uzun sürmeyeceği belliydi, çünkü bekçilerden birisi bulunduğu tarafa doğru geliyordu. Serdar hemen oturduğu yerden kalkarak yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve seslendi: “ Bakar mısınız, ben buradayım. Evet, size seslenen benim. “ Serdar kendisini görüp yanına gelen bekçinin şaşkın bakışları arasında durmadan konuşmasını sürdürdü. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini, amacının ne olduğunu ve sonunda soruna bir çözüm yolu bulduğunu anlattıktan sonra kendisini ailesiyle tanıştırmasını rica etti.

    Serdar’ın anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen bekçi: “ Olur efendim, tanıştırırım. Onlar sizinle tanışmaktan şeref duyacaklardır. Buyurun, şu taraftan gideceğiz “ dedikten sonra, Serdar’ın peşi sıra yürümeye başladı. Serdar’ın geliş yönünün aksi istikametinde ağaçların arasında ilerleyen Serdar ile bekçi, ağaçlık alandan çıktıktan sonra, Umut Geçidi’nin sol tarafında kalan dağın yamaçlarındaki bekçi sülalesinin yaşadığı evlerin bulunduğu yerleşim birimine geldiler. Genç, yaşlı birçok bekçinin etrafına toplanmasını fırsat bilen Serdar, şimdiye kadar ne öğrendiyse, ne biliyorsa her şeyi anlattı. Her çeşit konuda bilgisini ortaya koydu. Bilgi akımı, karakter betimlemesi, karakter tablosu ve fikir üretimi gibi deyimlerin anlamlarını Serdar’ın örnekler vererek açıklamasına karşın, tam olarak anlayamayan bazı genç bekçi adayları pas geçtiler. Nasılsa Serdar, bir süre daha sizlerle beraber olacağım demişti. Onun boş bir zamanında bu durumu sorar öğrenirlerdi.

    Ertesi gün dört kişilik bir bekçi grubu dış dünya ile irtibatlarını sağlayan bir gizli geçitten geçerek Serdar’ın istemiş olduğu ebatlardaki iki aynayı almak için gittiler. Yine dört kişilik bir başka bekçi grubu aynı geçitten geçerek değişik yörelere doğru gittiler. Bu ikinci grubun görevi, gittikleri yerlerdeki canlılar arasında mutluluk hissinin ne şekilde ve ne oranda artışa neden olacağını belirledikten sonra bunu bir rapor halinde çalışma grubuna sunmak olacaktı. İlk giden grup beş gün sonra geri döndü. Aynalar yerlerine takıldığı zaman, gökyüzüne ve toprağa dağılan ve hiçbir şeye faydası dokunmayan mutluluk pırıltıları aynalar vasıtasıyla yansıtılıp, diğer dört yanal yüzeyden yeryüzüne dağılan mutluluk pırıltılarına karışmasına sebep olunacak ve sonuç olarak da, canlıların mutluluktan aldıkları payın yüzde elli oranında artışı sağlandı. Serdar aynı günün akşamı şerefine düzenlenen törene katıldıktan sonra, ertesi gün çalışma grubuna başvurarak on altı gündür burada olduğunu ve burada kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kaldığını fakat Umut Geçidi’nin girişinde dostları bulunduğunu, onları çok özlediğini ve onları daha fazla merakta bırakmamak için, gitmeye karar verdiğini söyledi.

    Ertesi gün Serdar ile Metin, yaşlı köylü ile vedalaştıktan sonra yola koyuldular. En kısa yoldan Bay Kemal’in evine varmayı hedefliyorlardı. Serdar ile Metin, Bay Kemal’in evinin yakınına geldiklerinde, Bay Kemal’i evin önünde yardımcısı Vedat’la beraber gezinirken gördüler. Belli ki, Bay Kemal mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılardan payına düşeni almış, ayaklarına can gelmiş, yürümeye başlamıştı. Aradan bir saat geçmeden dördü birlikte yola çıktılar. Onları bu derece hızlı hareket etmeye zorlayan sebep neydi? Serdar olanı, biteni anlattıktan sonra bir an önce doğduğu şehre dönmek istediğini, oradaki arkadaşlarının ucuza çalıştırılmak üzere fabrikaya götürülme durumuyla karşı karşıya olduklarını söylemişti. Bu duruma karşı çıkacak, oradaki arkadaşlarının birer lokma halinde yutulmalarına izin vermeyecekti.

    Şehre geldiklerinde şehir meydanında hiç arkadaşı olmadığını gördüler. Serdar geç kaldığını anladı. Üzüntüsü sonsuzdu. Şaşkın bir halde etrafına bakınırken, meydanın kenarındaki evlerin arasından çıkıp “ Serdar..Serdar..” diye bağırarak kendisine doğru koşmakta olan bir arkadaşını gördü. Bu Murat’tı. Serdar da, ona doğru koşmaya başladı. Biraz sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar.

    Serdar: “ Diğer arkadaşlar götürüleli kaç gün oldu? “ diye sordu.

    Murat: “ Üç gün önce. Kamyonlara yükleyip hepimizi fabrikaya götürdüler. Ben bir fırsatını bulup fabrikanın kapısında kamyondan atlayıp kaçtım. Amacım, geri döndüğünde durumu sana anlatmaktı. Senin başarılı olduğunu biliyoruz. Biz sadece işçi adayı olduğumuz ve sonunda nasıl olsa fabrikada ucuza çalıştırılacağımızı düşündüğümüz için, patronun bizler için hazırladığını sandığımız o tek yola girmiş bilinçsizce yürüyorduk. O tek yoldan başka ve çok daha faydalı, yararlı yollar olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. Sen, sende doğuştan var olan bu kabiliyetini bizi yönlendirmek için kullanmak istedin. Beynimizdeki sis perdesini dağıtmak istedin. Sen bu durumu bize iyi anlatamadın mı? Hayır, aslında çok iyi anlattın da, biz sana pek kulak asmadık. Yani söylediklerini önemsemediğimiz için dinlemedik “ dedi.

    Murat’ın söyledikleri Serdar’ın şaşırmasına sebep olmuştu: “ Vay Murat! Sen neler biliyormuşsun da benim haberim yokmuş. Ben de o anlattıklarımın boşuna olduğunu düşünüp üzülüyordum. Murat, senden beni ve buradaki arkadaşları fabrikaya götürmeni isteyeceğim. “

    Fabrikanın yakınlarına geldiklerinde hava iyice kararmıştı. Fabrikanın dış kapısı kapalıydı. Arkadaşlarının isteksiz olduğunu gören Serdar fabrikanın duvarına tırmandı. Oradan bahçeye atladı. Bahçeyi kontrol ettikten sonra açık bir pencereden fabrikaya girdi. Fabrikanın yönetim odasında bulduğu belgelere göre, köle olarak çalıştırılmak üzere taş ocaklarına götürülmüşlerdi.

    Serdar bir süre bu acı durumun üzüntüsünü yüreğinde taşıdı. Zamanla üzüntüsü hafiflemeye başladı. Onlardan ilgi görmediği halde onları kurtarmak için çırpınıp durmuştu. Fakat angaryanın da bir sınırı vardı. Bir idealistin anlattıklarına inansın diye kimseye baskı yapmaya, zor kullanmaya hakkı yoktu. Tek yapacağı inandırmaya çalışmak olabilirdi. Şimdi yeni bir program hazırlaması gerekiyordu. Dünyadaki canlılara faydalı olabilmek amacını güdüyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, bir an bile olsa, heyecanını kaybetmeden, sadece kendine özgü bir biçimde çalışmalarına sonuna kadar devam etmeye kararlıydı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    TİMSAH KIKI İLE HACER

    Timsah Kıkı, Nil Nehri’nin kıyısında dinlenirken, duyduğu çığlıklarla yerinden fırladı. Bir kayanın üstüne çıkıp etrafına bakındı. Bir çocuk akıntıya kapılmış sürüklenirken, karşı kıyıda insanlar koşarak çocuğu izliyordu. Şimşek hızıyla suya dalan Kıkı’nın gözüne son anda insanların birkaç kayıkla açılmakta oldukları takıldı. “ Onlar asla çocuğa yetişemezler “ diye düşündü. “ Çocuğu iyice yüzme öğrenmeden tek başına bırakmak yanlıştır. Eğer bırakırsan su onu yutar. “

    Kıkı az sonra çocuğa yetişti ve kocaman ağzını açıp hızla kapadı. Ancak çocuğa zarar vermemiş, sadece gömleğinin yakasından yakalamıştı. Geriye döndü, üç tane kayık geliyordu. Sevindi Kıkı çocuğu kurtarmıştı. Korku dolu gözlerle bakan çocuğa göz kırptı. “ Benim adım Kıkı, dedi, ya seninki? “ Çocuk gülümsedi: “ Benim adımda Hacer, dedi. Sağ ol Kıkı, hayatımı kurtardın. Sana bir can borçluyum. “

    “ Hayır, Hacer, dedi Kıkı, bana can borcun yok. Ben senin hayatını kurtardım, bu doğru ancak karşılık beklemeden yaptım bunu. Borçlu falan da değilsin bana. Ben dünya tatlısı Kıkı’yım, yüreğim sevgiyle çarpar benim, kimse için kötülük düşünmem ben..”

    Kıkı’nın konuşması yarıda kaldı, çünkü kalın bir sopa olanca hızıyla başına indi. Kayıklar sonunda yetişmiş ve kayıktakiler kötülük saçıyordu. Sopalar birbiri ardınca başına indikçe gözü döndü. Bana reva mı bu, diye düşündü. Yıllar önce annesinin anlattığı bir hikaye aklına geldi. Bu hikayede, bir ahtapot iki insanı mutlak bir ölümden kurtarıyor, fakat insanlar, ahtapotun başına ödül koyuyordu. Ahtapot, onları yanlışlarıyla baş başa bıraktıktan sonra hedefine ulaşıyor ve denize geri dönüyordu. Şimdi Kıkı’nın yapacağı en doğru iş, onları yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve Hacer’i sağ-salim kıyıya ulaştırmaktı. Kıkı, aynen öyle yaptı. Sert bir kuyruk darbesiyle kayıkların arasından sıyrılıp himayesindeki insan evladının kumsala ayak basmasını sağladıktan sonra, gözlerindeki iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışarak geri döndü. Amacı, olabildiğince uzaklara gidip, bu olayı unutmaktı. Beyinlerinden zeka fışkıran ve en akıllı yaratıklar olduğu iddia edilen insanlar bunlar mıydı? İnsanlar, kim bilir ne yanlışlıklar, ne hatalar yapıyorlar da bunları birbirlerine doğrusu budur diye yutturuyorlar mıydı?

    Nil Nehri’nin sularına dalarken adının ünlendiğini duyar gibi oldu. Sanki biri “ Kıkı…” diye bağırıyormuş gibi geldi. Kıkı, bu çağrıyı duymamazlıktan gelmedi. Derinlerden döndü, yüzeye çıktı. Bağıran Hacer’di. Hacer el ediyor, Kıkı, gel buraya, diye bağırıyordu. Öfkesini dindirmek için biraz su yuttu. O, hep böyle yapardı; öfkelendiği zaman biraz su yutar, öfkesini dindirirdi. Su genzine mi kaçmıştı ne, öksürdü Kıkı, üç-dört kez öksürdü. Boğazını temizledi ve usulca yüzerek Hacer’in yanına geldi. Hacer, dizlerinin üstüne çöküp, Kıkı’nın boynuna sarıldıktan sonra şunları söyledi: “ Canım Kıkı, sen iyi kalpli, temiz yürekli bir timsahsın. İyilik yapayım derken, kötülük buldun, ama her iyilik yapan kötülük bulmaz. Belki şu an için insanların kötü olduğunu düşünüyorsun, gerçekte kötü insanlar var ama iyi insanlar pek çok. İşte, bu iyi insanlardan biri de benim. Ben göğsümü gere gere iyi bir insan olduğumu söylüyorsam, bu durum benim iyi bir insan olduğumun işaretidir ve sen benim iyi bir insan olduğuma inanmak zorundasın. “

    Hacer sözlerini aniden kesmişti, bunun bir sebebi olmalıydı. Kıkı hızla geriye döndü. Kayıklar geliyordu. Hacer koşarak kayıkların önüne çıktı. “ Durun, gelmeyin, geri dönün “ diye bağırmaya başladı. Boşuna, her şey boşunaydı. Tüfekli, sopalı, bıçaklı adamlar kayıklardan indiler: “ Durun, Kıkı benim hayatımı kurtardı. Kimseye zararı yok onun, ona zarar vermeyin. İyi yürekli bir timsah o, kendi halinde, kimse için kötülük düşünmüyor. Bırakın gitsin, size ne yaptı? Neden onu öldürmek istiyorsunuz? “ diyerek feryat eden Hacer’in yüzüne gelen sert bir tokat onu yere düşürdü. Elinin tersiyle yüzünü silen Hacer; adamın vurduğu yerin kanadığını görünce son bir gayretle elini Kıkı’ya doğru uzatarak bağırdı ve bayıldı: “ Parçala onları Kıkı, parçala..”

    “ Olmasaydı iyi olurdu ama Hacer’in olacakları görmemesi daha iyi oldu. Ne kadar istesek de bazı kötü olayların önüne geçemiyoruz. Ben iyi bir timsahım ama kötülerle bir olma durumuyla karşı karşıya bırakılıyorum. Şu andan itibaren hala iyi düşünceler içinde olmaya devam edersem bu adamlar beni keserler. “

    Timsah Kıkı, rakipleriyle istediği yerde, istediği zamanda dövüşmekte kararlıydı. Gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı. Amacı, adamları toprağa çekmekti. Toprak üstünde durunca ayakları daha rahat hareket ediyordu. Seri dönüşler yapıyordu. O zaman uzun kuyruğu çok önemli bir silah haline geliyordu. Kıkı, canını kurtarmak için kuyruğunu kullanacaktı. Kıkı, kayalıklar arasında dar bir yer bulup geri döndüğünde bir tüfeğin üstüne çevrildiğini fark etti. Gök gürültüsünü andıran sesin ardından sol gözü karardı, sol gözü görmez oldu. Sağ ön ayağıyla sağ gözünü kapatıp, ileri atıldı. Silahlar birbiri peşi sıra patlıyor, kurşunlar Kıkı’nın sert derisi üstünden sekiyordu. Bu arada Kıkı’nın kuyruğu akıl almaz bir hızla çevresine dehşet saçıyor, vurduğunu deviriyordu. Kıkı yediği onca sopadan sonra geriye gövdesinden ne kalırsa, Nil Nehri’ne ulaştırmak istiyordu. Sonunda, Kıkı, Nil Nehri’ne ulaştı ve derinlere daldı.

    Aradan aylar geçti. Kıkı’nın sol gözü görmeye başladı. Kurşun göze girmemiş, yan taraftaki deriyi parçalamıştı. Yara iyileşince göz görmeye başlamıştı. Bir kötü olayla karşılaştı diye Kıkı yaşam çizgisini değiştirmedi. Tutturduğu doğru yoldan sapmadı. İyilik, onun temel prensibiydi. Tüm canlı varlıkları seviyordu, çünkü Kıkı’nın kendine saygısı vardı. Kendine saygısı olmayanın başkalarına da saygısı olmazdı. Onlar sorumsuz bir yaşam sürerlerdi yani bedavaya yaşarlardı. Borç alır ödemezler, küfürlü konuşurlar, kalp kırarlar, düşünmeden hareket ederler, günahsız birine durup dururken vururlar, başkalarını kötülerler ve dedikodu yaparlardı. Söyler misiniz bana, bunları hangi kitap doğrular?

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    Timsah Kıkı İle Hacer - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa